25 Aralık 2009 Cuma

Kızlardan bir canavar yaratmak...

- Bir dostun hayatını kurtarabilirim umuduyla... -

Öyle birşey farkettim ki sosyolog adayı kimliğimle kendimin de içinde bulunduğu gruptan korktum, kaçındım ve endişe ettim. Ve alelacele bir genelleme yaptım kendimce. Durumu kısaca özetlemek gerekirse "bu pozitif ayrımcılık mevzuu aymazlığa vardı varacak haberiniz olsun"dur.

Yeni bir ilişkiye başlayan çiçeği burnunda çiftlerimiz şirindirler efendim, eğer ki severek başlayan kısmi çıkarlara dayanmayan bir ilişkileri de varsa yeni doğan bir bebek gibi masum ve samimidir duygular. Henüz daha politikleşmeye erişmemiş hislerine biz "çevre grubu" olarak el atar ve kızı çekeriz bir kenara ve başlarız telkine,

- Sakın ola kendini çok kaptırma sonra çok üzülürsün,
- Aman diyim ilişkin ve kariyerin seçimi yapma önce kariyerin,
- Giyimine kuşamına daha en başından karıştırtma yoksa sonra çok sorun yaşarsın,
- "Beni beğenen böyle beğensin yoksa hayatımdan çıksın gitsin" düsturunu edin yoksa çok çekersin...
vb. vb...şeklinde onlarca diyaloğa tabi tutarız, hanım kızda adeta güreşe çıkan bir tarafın aldığı pozisyonu edinir "istanbul sen mi büyüksün ben mi" gibi diyaloglara girer meydana onu yemeğe hazırlanan bir canavarla pehlivan diyalogları yapacakmış gibi çıkar sahneye, yani sevgilisinin karşısına...

Bu saatten sonra artık işler bir politika içinde yürümektedir, "ben yaptım oldu", "haber etmediysem ne olmuş ölmedim ya karşındayım" diyaloglarından bir başlar ki "sırf muhalefet olmak için konuşmak" adı verilen terim karşımıza çıkar.

Ancak olay bunlarla da kalmıyor maalesef, pozitif ayrımcılığın gücünü yeni yeni tatmaya başlamış ve artık o "hanımkız" olma durumundan çıkan bir nevi "baykalizm"e soyunmuş olan hanım kişi karşı tarafa bildiğin baskı ve korku politikası uygulamaya başlar...

- Saçını kes uzun saç sevmem,sakalını kesme ben sakalsız sevmem, öyle gülme, böyle kıpırdama,ona bakma,şununla konuşma, yanımda çocuk gibi durma, espri yapma,çok içme araba kullancan,az içme erkeksin sen, onu yemek kokarsın, bunu neden yemedin, vır vır vır,dır dır dır...

Ve hayat erkek kişi tarafında zor günler yaşatmaya başlamıştır, çevresi kendisine dayatılan "pozitif ayrımcılığın yılmaz bekçileri" tarafından kuşatılan er kişi derdini kimlere anlatsa deva bulamaz hale gelir, herkes "abi sıkma kızı sende", "nolcak sakalını kesmesen daha rahat","kapa sende facebook'u napçan" diyaloglarına maruz kalır. Düşünür, Türkiye'nin abazan nüfus istatistiklerinden haberdar olmasa da ya da henüz istatistik kurumu bu tip bir araştırma yapmamış olsa da bildiği tek şey bu abazan güruhun çok olduğudur, kalabalık olduğudur.

Er kişi ayrılığı göze alamaz, yelkenlerinden vazgeçer, siner, pısar...

Oysa ona diyorum ki sen sinme aslanım,sen kükre, sen es ve gürle, korkma arkanda ben ve büyük bir "henüz ezilmemiş erkekler güruhu" var...



Not : Sevgili 17-25 yaş arası genç kız grubuna selam eder bu yazının külliyen yalan olduğunu söylemek isterim yoksa ben pozitif ayrımcılığın kulu ve elçisiyim. I Love pozitif ayrımcılık... ;)

15 Aralık 2009 Salı

Beyler bu vatana nasıl kıydınız ?

Yıl 2004,

Lisede 2. yılım, kitaplar benim için şiirler öyle söylediği için değil gerçekten bir "dost".O günlerde Tüyap'ta bir kitap fuarı olduğu öğrenilir öğrenilmez hem İstanbul gezmesi arkadaşlarla bir başkadır, hem de kitaplar alırız bir dolu diyerek yollara düşmüşüz. Sabahın köründe gelen otobüsümüz yavaş yavaş dolmaya başlarken ben arkadaşlarımı -o zamanın asosyalliği işte- ilk defa serbest kıyafet içinde görme fırsatı elde ediyorum. Arkadaşlarımdan birisinin türban taktığını bilmiyordum, selamlaştık muhabbetimizi yaptık yerlerimize oturduk... Hikayem başladı, kitaplar alındı İstanbul gezildi bir güzel yorularak evlere dönüldü. Bir dolu kitap ve güzel muhabbetlerden geriye birşey kalmamıştı aklımda...

Lise günleri güzel ama biraz hızlı geçti, hepimiz sınav sonuçlarımızı alıp dersanelerde tercih furyasını yaşamaya başladık. Her yanımız tasa içinde çabamız ise bir yere yerleşebilmek için en iyi tercihi yapmakta. Sonra tekrar o arkadaşımı gördüm, başında yine türbanı vardı. Onunla konuşmak istemedim, merhaba dememek için biraz uzağından geçtim beni farketmedi, içten içe kıstım gözlerimi sanırım nefret etmek gibi birşeydi bu... Ama kendime dahi itiraf edemem bunu utanırım çünkü. Ne olmuştu ki en rahat muhabbet ettiğim arkadaşıma, dersi kaynatırken "Tuna seni tek oturtacağım bundan sonra!!" diyen hocaya rağmen konuştuğum arkadaşıma ?

Sonradan utanarak farkettim ki değişim onda değil bende olmuştu, belki onun içinde birşeyler değişti ve eskisi gibi bakmadı bir daha bana... Bilemem...

Farkettim ki araya Kasım ve Temmuz seçimleri girmişti, Cumhurbaşkanlığı oylamaları girmişti, hamasi üsluplu tavırlar girmişti, güçlü ve bölmeye programlı bir hükümet ve onun basiretsiz muhalefetleri girmişti. Araya ayrılık gayrılık adına ideolojiler, birikimler, diyaloglar girmişti...

Arkadaşımla bir daha çok sık görüşemedim, ben o gün onu görmemek için çaba sarfettim belki ama o da beni aramak için bir çaba göstermemişti sonrasında. Popüler uygulamamız Facebook'un da dahi bulunmuyordum. Unuttum unutuldum, kamplaştık...

Bugün kanallar kan ve şiddet ile dolu, son iki haftadır "medya çok abartıyor aynı görüntü defalarca ekranda döndürülüyor" dedim belki ama bugün ufak bir durum fikrimi değiştirdi. Muş'ta olay çıkarmaya çalışan bir grubun arabasını ve iş yerini yaktığını gören dükkan sahibi ruhsatıda bulunan kalaşnikofuyla göstericilerden ikisini öldürmüş bir kısmını da yaralamıştı. "Biz" ve "onlar" haline geldiğimizi farkettim. Öyle çok bölünmüştük ki sanırım iki tarafın hangi kampa ait olduklarını çözemedim. Muhtemelen "Kürt milliyetçisi" ve "Mağdur vatandaş" gruplarıydı bunlar. "Türban-perver", "laik" çatışması da olabilirdi bu, "darbeci","demokrat" kampını bilmeyen var mı ?, bildiğim kadarıyla "domuz gribi aşısı olanlar" ve "olmayanlar" henüz meydanlara çıkıp çatışmaya başlamadılar... Acaba onlar mıydı ?

Hayır... Bu insanlar seneler önce yalnızca vatandaştılar, suları kesilir gelmezdi, elektriği bir türlü bağlanmazdı, enflasyondan yakınırdı, hırsızlığa uğrardı hakkını arar seneler sonra bulurdu ama hiç birbirlerini öldürmeyi bu kadar istemediler. 99'da deprem olduğunda birlikte ağlamayı seçtiler, daha öncesinde Kosova'da katledilenleri görüp ağıtlarını göz yaşlarıyla birlikte söylemeyi bildiler. Her gözyaşında bir asra bedel birlikteliği yine gözleri içinde gördüler... Ama dedim ya birbirlerinden bu kadar nefret etmediler. Asla...

10 yaşında ki Cumhuriyet'i hatırlasak peki, elektrik, su yok hatta enflasyonun anlamını dahi bilen yok çünkü ortada para yok. İşsizlik desen o da yok çünkü çalışmak için o savaş yıkıntısı memlekette sağlam insan yok denecek durumda. Ama bastonuyla, çarığıyla tüm fakirliğiyle "yedi düvel" dedikleri zenginlere haddini bildirmiş kendisine dünyada yer edinmiş, onurunu gururunu çiğnetmemiş ayrılığını gayrılığını truva harabelerinden de derine hapsetmiş bir millet var. Savaşlarını birlikte kazanmış birlikte ölmüş bir milletin içinden ne ayrılığı beklenir ki ?

Bugün Atatürk'e dil uzatmak için yanlış gün "sabun köpüğü aydınlarım" ülke de kendini gruplara bölmemiş bir kişi dahi kalmamışken bir fakir milleti dünyaya karşı yalın ayak dimdik durmaya ikna eden bir önderin yaptıklarına konuşmak için bugün çok yanlış bir gün. Fakirlik, işsizlik, kıyım katliam eşliğinde "açılımdan açılıma" koştuğunuz şu günlerde halkına en saf biçimde güvenmiş bu öndere "Dersim'de katliam yapmış bir katildir Atatürk" demek iğrençliktir. Son 1-2 sene içinde kaybedilen insanlarımızı istatistik olarak görmek ise sizin ayıbınızdır, "katiller" sizlersiniz, demokrasi yolunda şehit oldular dediğiniz canlara ise yaptığınız zulümdür ailelerinin yüreğine kordur.

Türkiye artık asla sadece Türkiye değildir. Türkiye 70 milyon küsür vatan evladının tümünün milyon gruba bölündüğü birbirine düşman insanların katliam meydanlarıdır. Eserinizle övünün...

"
İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğin yediniz
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
Saçlarından tutup sürüklediler,
Götürüp kâfire: "Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Eli kolu zincirlere vurulmuş,
Vatan çırıl çıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Gün gelir çark düzüne çevrilir,
Günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Nazım Hikmet (1959)

"

6 Aralık 2009 Pazar

Depremi Bekleyen Makarna

Dışımda benden daha büyük bir dünya ve nispeten daha uzun süre dünya üzerinde var olacağını düşündüğüm kendi evrenim, fizikte biyolojide bana bunun gerekliliğini öğretirken evrenimin sahibi yaramaz bir çocuğun kaderine de düşebilir belki bir çakmak sonrası.

Kalabalıktayım, burası gerçekten kalabalık. Ya benim gibi bir çokları yada birçok ben. Hangisi olduğunu kavrayacak durumda değilim zaten istemsizce umursamıyorum da. Bir afeti bekliyorum ben kullanıma sunulmak için, kaderim ya kurtarış ya kurtuluş olacak. İki yolda benden "beni" istiyor hangi yoldan gideceğime karar vermek ise bana düşmüyor. Bana düşmüyor çünkü kıpırdamıyorum, kıpırdayabilmek için ihtiyacım olan hiçbir gücüme "güvenmiyorum". Kimse beni içine aldıkları bir oyun düşlemiyor, zaten düşlere korku olarak girmekten de hoşlanmıyorum.

Bir hayat için doğdum, bir yoketme oyununda iyi olanı oynar hale geldim. Bir itfaiyeciden korkar mısınız ? Korkmazsınız ama onu evinizin önünde görevini yaparken görmekte istemezsiniz. Oysa bu yolu seçmemek ne kadar olası ki ? Evimizin önünde duranı, yahut önünde durduğumuz evi seçmek bizimle ilgili birşey değil. O halde kızamazsınız bekleyişime...

Depremi bekliyorum, selde olur, fırtına öncesi sessizlikten sesimle çıkmayı bekliyorum. Kendimden ödün verirken ağlayanları görmek istemezdim ama buradan da çıkmak istiyorum.

Beni bu dünyaya hapsedenlerden kendime karşılık özgürlüğümü istiyorum.

3 Aralık 2009 Perşembe

Saksı

Bir kaybedişin ardını dahi yazıya dökebilmek, ekrana yansıtabilmek yahut imge olup her hangi bir biçimde ruhları doldurabilmek dahi mümkündür. "Yazmak istemiyorum","yazamıyorum","olmadı" dedikleriniz dahi evrende saçma sapan yerler işgal ederler.

Zihnimi alıp götüren uçurumların ardından ben seslenmemeyi tercih ettim uzun sayılabilecek zamanlarda. Bir betimleme kaybettim sussuz kumsallarda, maddiyat yığdılar hayallerime, yerinden kıpırdatamadım. Bırakıp kaçmam da ipin ucuna denk geliyor ellerim artık. Bıraksam bana yazık, bıraksam gidene yazık, bıraksam size kar.

Çiçeğin yetişmesini beklemek, sonra da saksısına sığmayan bitkiyi saksısında hapsetmeye zorlamak. Gözlemlerim der ki bu acı verici bir olgudur.