25 Aralık 2009 Cuma

Kızlardan bir canavar yaratmak...

- Bir dostun hayatını kurtarabilirim umuduyla... -

Öyle birşey farkettim ki sosyolog adayı kimliğimle kendimin de içinde bulunduğu gruptan korktum, kaçındım ve endişe ettim. Ve alelacele bir genelleme yaptım kendimce. Durumu kısaca özetlemek gerekirse "bu pozitif ayrımcılık mevzuu aymazlığa vardı varacak haberiniz olsun"dur.

Yeni bir ilişkiye başlayan çiçeği burnunda çiftlerimiz şirindirler efendim, eğer ki severek başlayan kısmi çıkarlara dayanmayan bir ilişkileri de varsa yeni doğan bir bebek gibi masum ve samimidir duygular. Henüz daha politikleşmeye erişmemiş hislerine biz "çevre grubu" olarak el atar ve kızı çekeriz bir kenara ve başlarız telkine,

- Sakın ola kendini çok kaptırma sonra çok üzülürsün,
- Aman diyim ilişkin ve kariyerin seçimi yapma önce kariyerin,
- Giyimine kuşamına daha en başından karıştırtma yoksa sonra çok sorun yaşarsın,
- "Beni beğenen böyle beğensin yoksa hayatımdan çıksın gitsin" düsturunu edin yoksa çok çekersin...
vb. vb...şeklinde onlarca diyaloğa tabi tutarız, hanım kızda adeta güreşe çıkan bir tarafın aldığı pozisyonu edinir "istanbul sen mi büyüksün ben mi" gibi diyaloglara girer meydana onu yemeğe hazırlanan bir canavarla pehlivan diyalogları yapacakmış gibi çıkar sahneye, yani sevgilisinin karşısına...

Bu saatten sonra artık işler bir politika içinde yürümektedir, "ben yaptım oldu", "haber etmediysem ne olmuş ölmedim ya karşındayım" diyaloglarından bir başlar ki "sırf muhalefet olmak için konuşmak" adı verilen terim karşımıza çıkar.

Ancak olay bunlarla da kalmıyor maalesef, pozitif ayrımcılığın gücünü yeni yeni tatmaya başlamış ve artık o "hanımkız" olma durumundan çıkan bir nevi "baykalizm"e soyunmuş olan hanım kişi karşı tarafa bildiğin baskı ve korku politikası uygulamaya başlar...

- Saçını kes uzun saç sevmem,sakalını kesme ben sakalsız sevmem, öyle gülme, böyle kıpırdama,ona bakma,şununla konuşma, yanımda çocuk gibi durma, espri yapma,çok içme araba kullancan,az içme erkeksin sen, onu yemek kokarsın, bunu neden yemedin, vır vır vır,dır dır dır...

Ve hayat erkek kişi tarafında zor günler yaşatmaya başlamıştır, çevresi kendisine dayatılan "pozitif ayrımcılığın yılmaz bekçileri" tarafından kuşatılan er kişi derdini kimlere anlatsa deva bulamaz hale gelir, herkes "abi sıkma kızı sende", "nolcak sakalını kesmesen daha rahat","kapa sende facebook'u napçan" diyaloglarına maruz kalır. Düşünür, Türkiye'nin abazan nüfus istatistiklerinden haberdar olmasa da ya da henüz istatistik kurumu bu tip bir araştırma yapmamış olsa da bildiği tek şey bu abazan güruhun çok olduğudur, kalabalık olduğudur.

Er kişi ayrılığı göze alamaz, yelkenlerinden vazgeçer, siner, pısar...

Oysa ona diyorum ki sen sinme aslanım,sen kükre, sen es ve gürle, korkma arkanda ben ve büyük bir "henüz ezilmemiş erkekler güruhu" var...



Not : Sevgili 17-25 yaş arası genç kız grubuna selam eder bu yazının külliyen yalan olduğunu söylemek isterim yoksa ben pozitif ayrımcılığın kulu ve elçisiyim. I Love pozitif ayrımcılık... ;)

15 Aralık 2009 Salı

Beyler bu vatana nasıl kıydınız ?

Yıl 2004,

Lisede 2. yılım, kitaplar benim için şiirler öyle söylediği için değil gerçekten bir "dost".O günlerde Tüyap'ta bir kitap fuarı olduğu öğrenilir öğrenilmez hem İstanbul gezmesi arkadaşlarla bir başkadır, hem de kitaplar alırız bir dolu diyerek yollara düşmüşüz. Sabahın köründe gelen otobüsümüz yavaş yavaş dolmaya başlarken ben arkadaşlarımı -o zamanın asosyalliği işte- ilk defa serbest kıyafet içinde görme fırsatı elde ediyorum. Arkadaşlarımdan birisinin türban taktığını bilmiyordum, selamlaştık muhabbetimizi yaptık yerlerimize oturduk... Hikayem başladı, kitaplar alındı İstanbul gezildi bir güzel yorularak evlere dönüldü. Bir dolu kitap ve güzel muhabbetlerden geriye birşey kalmamıştı aklımda...

Lise günleri güzel ama biraz hızlı geçti, hepimiz sınav sonuçlarımızı alıp dersanelerde tercih furyasını yaşamaya başladık. Her yanımız tasa içinde çabamız ise bir yere yerleşebilmek için en iyi tercihi yapmakta. Sonra tekrar o arkadaşımı gördüm, başında yine türbanı vardı. Onunla konuşmak istemedim, merhaba dememek için biraz uzağından geçtim beni farketmedi, içten içe kıstım gözlerimi sanırım nefret etmek gibi birşeydi bu... Ama kendime dahi itiraf edemem bunu utanırım çünkü. Ne olmuştu ki en rahat muhabbet ettiğim arkadaşıma, dersi kaynatırken "Tuna seni tek oturtacağım bundan sonra!!" diyen hocaya rağmen konuştuğum arkadaşıma ?

Sonradan utanarak farkettim ki değişim onda değil bende olmuştu, belki onun içinde birşeyler değişti ve eskisi gibi bakmadı bir daha bana... Bilemem...

Farkettim ki araya Kasım ve Temmuz seçimleri girmişti, Cumhurbaşkanlığı oylamaları girmişti, hamasi üsluplu tavırlar girmişti, güçlü ve bölmeye programlı bir hükümet ve onun basiretsiz muhalefetleri girmişti. Araya ayrılık gayrılık adına ideolojiler, birikimler, diyaloglar girmişti...

Arkadaşımla bir daha çok sık görüşemedim, ben o gün onu görmemek için çaba sarfettim belki ama o da beni aramak için bir çaba göstermemişti sonrasında. Popüler uygulamamız Facebook'un da dahi bulunmuyordum. Unuttum unutuldum, kamplaştık...

Bugün kanallar kan ve şiddet ile dolu, son iki haftadır "medya çok abartıyor aynı görüntü defalarca ekranda döndürülüyor" dedim belki ama bugün ufak bir durum fikrimi değiştirdi. Muş'ta olay çıkarmaya çalışan bir grubun arabasını ve iş yerini yaktığını gören dükkan sahibi ruhsatıda bulunan kalaşnikofuyla göstericilerden ikisini öldürmüş bir kısmını da yaralamıştı. "Biz" ve "onlar" haline geldiğimizi farkettim. Öyle çok bölünmüştük ki sanırım iki tarafın hangi kampa ait olduklarını çözemedim. Muhtemelen "Kürt milliyetçisi" ve "Mağdur vatandaş" gruplarıydı bunlar. "Türban-perver", "laik" çatışması da olabilirdi bu, "darbeci","demokrat" kampını bilmeyen var mı ?, bildiğim kadarıyla "domuz gribi aşısı olanlar" ve "olmayanlar" henüz meydanlara çıkıp çatışmaya başlamadılar... Acaba onlar mıydı ?

Hayır... Bu insanlar seneler önce yalnızca vatandaştılar, suları kesilir gelmezdi, elektriği bir türlü bağlanmazdı, enflasyondan yakınırdı, hırsızlığa uğrardı hakkını arar seneler sonra bulurdu ama hiç birbirlerini öldürmeyi bu kadar istemediler. 99'da deprem olduğunda birlikte ağlamayı seçtiler, daha öncesinde Kosova'da katledilenleri görüp ağıtlarını göz yaşlarıyla birlikte söylemeyi bildiler. Her gözyaşında bir asra bedel birlikteliği yine gözleri içinde gördüler... Ama dedim ya birbirlerinden bu kadar nefret etmediler. Asla...

10 yaşında ki Cumhuriyet'i hatırlasak peki, elektrik, su yok hatta enflasyonun anlamını dahi bilen yok çünkü ortada para yok. İşsizlik desen o da yok çünkü çalışmak için o savaş yıkıntısı memlekette sağlam insan yok denecek durumda. Ama bastonuyla, çarığıyla tüm fakirliğiyle "yedi düvel" dedikleri zenginlere haddini bildirmiş kendisine dünyada yer edinmiş, onurunu gururunu çiğnetmemiş ayrılığını gayrılığını truva harabelerinden de derine hapsetmiş bir millet var. Savaşlarını birlikte kazanmış birlikte ölmüş bir milletin içinden ne ayrılığı beklenir ki ?

Bugün Atatürk'e dil uzatmak için yanlış gün "sabun köpüğü aydınlarım" ülke de kendini gruplara bölmemiş bir kişi dahi kalmamışken bir fakir milleti dünyaya karşı yalın ayak dimdik durmaya ikna eden bir önderin yaptıklarına konuşmak için bugün çok yanlış bir gün. Fakirlik, işsizlik, kıyım katliam eşliğinde "açılımdan açılıma" koştuğunuz şu günlerde halkına en saf biçimde güvenmiş bu öndere "Dersim'de katliam yapmış bir katildir Atatürk" demek iğrençliktir. Son 1-2 sene içinde kaybedilen insanlarımızı istatistik olarak görmek ise sizin ayıbınızdır, "katiller" sizlersiniz, demokrasi yolunda şehit oldular dediğiniz canlara ise yaptığınız zulümdür ailelerinin yüreğine kordur.

Türkiye artık asla sadece Türkiye değildir. Türkiye 70 milyon küsür vatan evladının tümünün milyon gruba bölündüğü birbirine düşman insanların katliam meydanlarıdır. Eserinizle övünün...

"
İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğin yediniz
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
Saçlarından tutup sürüklediler,
Götürüp kâfire: "Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Eli kolu zincirlere vurulmuş,
Vatan çırıl çıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Gün gelir çark düzüne çevrilir,
Günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Nazım Hikmet (1959)

"

6 Aralık 2009 Pazar

Depremi Bekleyen Makarna

Dışımda benden daha büyük bir dünya ve nispeten daha uzun süre dünya üzerinde var olacağını düşündüğüm kendi evrenim, fizikte biyolojide bana bunun gerekliliğini öğretirken evrenimin sahibi yaramaz bir çocuğun kaderine de düşebilir belki bir çakmak sonrası.

Kalabalıktayım, burası gerçekten kalabalık. Ya benim gibi bir çokları yada birçok ben. Hangisi olduğunu kavrayacak durumda değilim zaten istemsizce umursamıyorum da. Bir afeti bekliyorum ben kullanıma sunulmak için, kaderim ya kurtarış ya kurtuluş olacak. İki yolda benden "beni" istiyor hangi yoldan gideceğime karar vermek ise bana düşmüyor. Bana düşmüyor çünkü kıpırdamıyorum, kıpırdayabilmek için ihtiyacım olan hiçbir gücüme "güvenmiyorum". Kimse beni içine aldıkları bir oyun düşlemiyor, zaten düşlere korku olarak girmekten de hoşlanmıyorum.

Bir hayat için doğdum, bir yoketme oyununda iyi olanı oynar hale geldim. Bir itfaiyeciden korkar mısınız ? Korkmazsınız ama onu evinizin önünde görevini yaparken görmekte istemezsiniz. Oysa bu yolu seçmemek ne kadar olası ki ? Evimizin önünde duranı, yahut önünde durduğumuz evi seçmek bizimle ilgili birşey değil. O halde kızamazsınız bekleyişime...

Depremi bekliyorum, selde olur, fırtına öncesi sessizlikten sesimle çıkmayı bekliyorum. Kendimden ödün verirken ağlayanları görmek istemezdim ama buradan da çıkmak istiyorum.

Beni bu dünyaya hapsedenlerden kendime karşılık özgürlüğümü istiyorum.

3 Aralık 2009 Perşembe

Saksı

Bir kaybedişin ardını dahi yazıya dökebilmek, ekrana yansıtabilmek yahut imge olup her hangi bir biçimde ruhları doldurabilmek dahi mümkündür. "Yazmak istemiyorum","yazamıyorum","olmadı" dedikleriniz dahi evrende saçma sapan yerler işgal ederler.

Zihnimi alıp götüren uçurumların ardından ben seslenmemeyi tercih ettim uzun sayılabilecek zamanlarda. Bir betimleme kaybettim sussuz kumsallarda, maddiyat yığdılar hayallerime, yerinden kıpırdatamadım. Bırakıp kaçmam da ipin ucuna denk geliyor ellerim artık. Bıraksam bana yazık, bıraksam gidene yazık, bıraksam size kar.

Çiçeğin yetişmesini beklemek, sonra da saksısına sığmayan bitkiyi saksısında hapsetmeye zorlamak. Gözlemlerim der ki bu acı verici bir olgudur.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Hoşgeldin Yelkovan

“…filmimi başa sardığımda, güzelliğini gözlerime görüntüsünün ilk yansıdığı anda kaybettiğini gördüm, üzüldüm. Tren gara girdiğinde senin adına kendimi bu hüzne hazırladığım kalmış aklımda, seni gördüğümde unuttuğum şey fark ettim ansızın gözlerimi bana sunan tek neşe sensin.”


Notalarımı cebime attım, o sırada bozukluklarla karışmış olmalı, sonra bir yerlere bırakmışım unutmuşum onları... Benim hikâyem budur… Yaşamımın kısa bakışta görüneni; hep güzellikleri önemsizlerle bir yere bırakıp unutmak, kimi zaman kaçmak, gitmek, koşup yorulmaların ardından kalan son nefesimle de “bitti” diyebilmek, demek.

Yine bir yolculuk öncesiydi sanırım, güzelliğin asla bir daha öyle olmayacağını düşünerek zamandan alabildiğine güzellikler çalıp bıraktım onu. Yollar birleşir ya bir noktada yine dönerler aynı yere farklı zamanlara. Bugün sessiz sedasız yerine geldiğini, sana ait olana kurulduğunu ve hayatımda kaldığın yerden devam ettiğini gördüm. Durgunluğum yerini temkinli bir mutluluğa terk ederken, zamanın da tekrar işlevini kaybedip sadece saatime ait birkaç çubuğu döndürmek dışında işe yaramadığını tekrar gördüm.

Yelkovanı severim ben, sempatik isminin yanında ne akrep kadar ağır aksak ve geçmişime düşmandır, ne de saniye kadar hızlı ama işlevsiz. Yelkovan, fark edebilmenin yanında asla sizi yalnızlıklar içinde bırakacak kadar da acımasız ilerleyenlerden değildir. Biraz bana benzer hatta olaylar olur gelişir gider... Ben bakan yüzlere söylerim “suçum yok, bastığınız yerde, sadece yürüyorum.” Bugün bir saatte iki yelkovan oldum tekrar, zaman içinde mutluluğu gördüm bir kez daha ve her dönüşün ardından mutsuzluğumu yendim...

Şimdi ayaklarım zamana basmadan mutluluğuma devam ediyorum kaldığım yerden. Her şey seninle yerli yerinde…

“Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların âleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.”
A.H.T

Gitmiştin de korkmuştum ya.

Hoş geldin.

25 Ekim 2009 Pazar

Anahtar deliğinde anahtar gölgesi...

Şiirim geldi bırakın beni,
Bir kibrit farz edin ve yakın beni,
Bir ceketmiş gibi askıya takın beni,
Bir çiviymiş gibi duvara çakın beni,
Şiirim geldi bırakın beni.

Müjdat Gezen



Yoruldum...

Yara bantı olup sarılmaktan, gözyaşı olup dökülmekten, vuslatlarda kaybolmaktan yoruldum. Başlayan güne ait olamamaktan, özlediğimi görememekten, gördüğümde dokunamamaktan sıkıldım. Her gidenin ardından merdivenler inmekten, her gelenin öncesinde yol gözlemekten, bitenlerin ardında bıraktıkları göz olmaktan bıktım.

Bir şiir olarak başladım, devrildi cümlelerim kalemim noktaları zor koyar oldu yer yer daha çok virgül gibi oldum, ünlem olamadan bitti cümlelerim. Romana dönüştüm zamanla onun güzelliğine kapılıp kalın kaplara girdim zar zor, kendimi bu ağırlıklar arasında ağır hissettim, uzun hikayelerin sonunu düşledim bitmemesi için uğraştım. Bitti... Bir acı kahvenin ardından gelen yakıcılıkla bitti, ağlayamamak kadar ağır, kalkıp giden bir otobüsü yolcu etmek kadar zordu bitişler. Ama dayanmak en büyük meziyet, bunu başardım.

Başardım aslında gülmeyi, her olan bitenin ardında, dost sohbetinin en acıklı yerinde dikkat çeken gülüşlerimdi. Kimse bilmedi zannımca asıl güldüğüm bedenimde yaraları bulunan anılardı. Gece bir bir düşerken ben kimseye belli etmeden göz kırptım yarınlara ve masaüstünde bir kalemdim sadece yazmak istedikleri olan ama ele alınmayan.

Denemek istedim, görmek istedim, bağlanmak istedim. Ama arzular gibiydi istemek en güzeli kaçıp giden yuvarlanıp düşmeyendi. Arzular gitti önce, fikirler devrildi yerlere ve güven, bir buluttan kırpılmış ta yıldız olup gökyüzüne varmış şimdi. Ah minel aşk, gözlerim devrilmişte gözlerini göremez olmuş şimdi...

6 Ekim 2009 Salı

Gözyaşında Damlaydım

"Elimde bir hayal var tuttuğum,

Gözlerimde gerçek,

Tutuyorum çekiyorum,

Gece elinde ay ışığıyla bende..."

"La Vie en Rose"


Sana ait olmayandan mutlu olur musun ? Araç olduğunda, amaç kadar zevk alır mısın ? Neşenin sınırı var mı ? Neşe senin için değilken mutlu olmanın ahlakı yok mudur?....


Ne kadar çok soruya cevap aldım bir neşenin ortasında. Yalnızca karanlık bir yolun ucundan gelenin görmesi için parlamak hoşuma gitmişti, bir kaç damla mutluluğun ardında. Zaman geçer, zaman tükenir yolunu beklediğin görünür de sen gözlerini ufka diker, kalabalığın ardına onsuz geçersin...


Bu mutlu eder mi ?


Ediyor arkadaş, ediyor çünkü bir ruhun parçası olmak benim işim, tek başıma öyle yalnızım ve birlikte olduklarımla öylesine güçlüyüm ki ben... Bir zerre neşe yarattığım ruhlarda varım, mutluluğun damlaya dönüştüğü noktada bir O2 parçası yahut bol proteinli bir yaşın süzüldüğü yollarım ben... Ama ben işte şimdi varım... Orada bir yerde oldukça ben Tuna'yım, Dünya'dayım, sizlerleyim...


Bugün mütevazi bir meleğin, akla hayale sığmayacak güzellikte bir doğum gününde ben de vardım. Mutluydum Tuna değildim, "biz" olmanın gururuyla sarhoştum. Oğlan bizimdi kız bizimdi, biz yaptık, biz çaldık, biz oynadık... Mütevazi melek bir süre gökyüzünde gezdi, sonra bizde onunla gittik.


Teşekkürler...

4 Ekim 2009 Pazar

Soğuk ama yaşadığım yerden memnunum


Günlerimi kurcalayan bir gezi var aklımda. Gizlice gitmek istiyorum ama bir kaç kişiye haber versem de yola öyle mi çıksam diye düşünüyorum. Arkada kalanlardan bir kaçına gittiğin yerden kart atıcam, bir kaçına ise geldiğimde saklamaları için birşeyler bırakacağım. Bu gezi, bu güzergah biraz garip ve farklı. Bunu bilerek çıkacağım yola...

Göreceklerim görmediklerimden farklı olacak eminim. Yaşamadığım şeyler yaşanmamışlıklarına gizlenecek, ben bunların ardında gideceğim. Kaç isim özleyecek, kaçı ardımdan gelmek için çırpınacak bilmiyorum. Mektuplarını bitirip son otobüse dair cesaret gitmeden yola çıkmak gerek. Bavulumda duygular bile olmayacak. Küçük bir şişeye koydum onları, sadece dua edin üstüne bana dair ne varsa onlar çünkü. Benim üzüntüm, benim sevincim, benim kıskançlıklarım ve benim özverim... Hepsi onun içinde... Göz yaşlarımı aldım kimseye bırakmam onları, bu dünyada hepiniz için o kadar çok, o kadar çok akıttım ki. Öyle birşey istiyorum yalnız kendim için kullanacağım onları. Suluboya yaparım, çiçek yetiştiririm... Su hayatsa eğer, hayatımı onda saklamak isterim...

Gözyaşımı bırakmam ona ihtiyacım var...

Şimdi ben gidiyorum ya, siz arkamdan bakın... Yavaş yavaş eriyip bittikten sonra hafızalarınızdan da taşınacağım, gündüz ve gece düşünürken beni, gecelere ardından da hiçlere karışacağım. Sonra endişeleneceksen ardımdan hiç gelme yanıma, uzun bir şarkının nakarat kısmında vazgeçtim ben olan bitenden. Vazgeçme hakkımı kendim gördüm, gördüğüm yerden aldım. Kelimelere döktüm...

Kelimeler bittiğinde gideceğim. Uğurlamaya gelipte ardımdan su dökmeyin, üstüm başım yamyaş oldu. Yağmurdan sonra toprağın kokusu...

1 Ekim 2009 Perşembe

Dünya Yüzeyi Pürüzlü


Tasarımının ardından yıllar geçmiş oluklu bir karton gibi hissetmek için kaç deneyim gerekir ?

Sadece kolilenme zamanı geldiğinde akla gelen o kutu gibi bir yanım. Köşe başında bir çocuk yakarak ısınmaya çalışıyor, hızla yanıyorum tükeniyor, küllere dönüşüyorum. Küllerde kendimi tanımak olanaksız.

Yok olacağımın korkusu ve sevinci üstüste binerken bir çatışmadan şansıyla kurtulmuş asker gibi yanmıyorum. Kalkıp bakıyorum, ölen arkadaşlarım, bir kaç mermi kovanı bize ait olmayanların kalıntıları, kimbilir hangi metrede nerede bir kablo kesintisi olan yanıp sönen bir lamba.

Savaş bittiğinde kimsenin umurunda olmayan bir lambayım, hangi ev için yanacağını bilmeyen umurunda da olmayan bir lamba, bahsi geçenler topluluğunda birisinin evinde entellektüel bir birikimin kaleme oradan kağıda dökülüşüne destek verebilirdim oysa.

Kalem olur biter umurda olmazdım sonra, silgi olur hatıra olarak verilirdim belki, sonra hatıra verilen diğerini öldürürdü ki ben kurşun bile olamazdım, bir bakardım ben can yakamazdım, ben can veremezdim, ben candan anlamaz, gönüllerden de usanmazdım, kimseye yararımın olmadığı bir toprağın kenarında çürümeyi, yakılmayı, söndürülmeyi, bitirilmeyi beklerdim. Öyle biriyim ki kendimi bitirmekten bile acizim.

Değil mi ?

30 Ağustos 2009 Pazar

Kimin Zafer Bayramı ?

Geniş arazide yürüdüm...

Yazın bu en sıcak günlerinde tarlalarda sınır otlarını gördüm, öyle sıktılar ki düşünmeden edemedim: hak, hukuk, miras, vaad derken toprak ne çok bölünmüş, bir kaç çatışma onları sınır arazilerinde ki otların kapladığı alandan daha dar hale getirmiş.

Ucu bucağı belli belirsiz yürüyüşüme devam ettim, yollar gördüm biraz ileride ki kentin içlerine doğru; toprak yol devam ederek asfalta dönüşüyordu, farkettim ki asfalt olan yerin mahalle ismi de farklıydı, hizmet konusunda bir bölünmüşlük yahut yarına atılmışlık var heralde dedim, düşündüm sonra daha fazla düşünmemeye karar verip yürüdüm.

Bir kaç insanla karşılaştım yolda kimisinin tepeden bakan gülümsemesine, kimisinin yenilgisinin ardından yazgısına sarılışına, bir kısmının da her kaybedişinin arkasına sakladığı kara bahtım, kör talihim diye kalıplara döktüğü yüzlerle karşılaştım. Düşünmeden bir topluluğun arasında buldum kendimi almış yürümüş bir hoyratlık ardında çatışmalar kavgalar gördüm. Anladım ki bu aynı havayı soluyup aynı topraklarda yaşayan halkta toprakları gibi bölünmüş. Bölündüğü her yerinden de yaban otlar bitmiş. Kimisinin aklına kendinden olmayanların kurduğu planlar girmişte onu umut bellemiş, kimisi ardını dayadığı söylemlerin geçerliliğine inanmış körü körüne de çıkışı bulacağı yolun çok gerisinde kaldığını görememiş.

Anladım ki şimdilerde bu ülkenin bağrına dayanan hançer, toprağından, tarımından, sanayisinden, düşüncesinden çok insanını bölmüş parçalamış. Zihnine sokulan düşmanlıkların esiri haline gelmiş.

Bu toprak bölünenlerin yaşadığı toprak olmadı asırlardır, bu ülke aynı havayı soluyup, birbirine düşmanlığını yine bu havaya soluyanların yaşayabildiği ülke değil, bu ülke 30 Ağustos'ta zaferle süslenen ülke değil. Mustafa Kemal'in bağımsızlık, bağımsızlık! diye her adımında sesini dinleyen topraklar bu çorak düşüncenin içinde değil...

Zaten,

Düşmanlığı yurt edindiysek,
Kin soluyup nefret sarfettiysek,
Her fırsatta bölünmeyi fırsat bildiysek,
Hatta gün gelipte,
Mustafa Kemal Atatürk'ten vazgeçtiysek,

Bu ülke de artık bizim değildir...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Okyanusta Taştan Yuvam


"Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız,
Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla,
Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da.
Demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda,
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla."

"Edip Cansever"



Yeni bir toprak kokusuydu duyumsadığım, bir tanrı olsam, ağlasam böyle kokardı sanırım yağmurların ardından öylesine bendendi duyumsadığım. Ama bir tanrı değildim ve "o" ağlamaya yeltenecek kadar zaman da vermedi gidişlerinin ardından zaten. Ben yine bekleyen oldum bir köşede "piyon", sıkılgan bir oyuncu devirdi şahını o yenilince ben de yenik sayıldım.

Saatlerden ödün verdim geleceğime saniyeler saklamak için de yine de başaramadım evrende kendimi modellemeyi. Belki bir hikayeden ibaretti de sonra filmi çıkınca beğenmedim. Öyleydi işte tam dalgalara açılacakken farkettim deniz benim denizim değil. Döndüm taştan yuvama bir elimde nefret bir elimde sevgi, vakit tekrar kabuğuma çekilişin habercilerinden, o muazzam gürültülü vakitlerinden biriydi.

Ben hiç okyanus görmedim... Gördüğümü sanmışımdır genellikle...

9 Ağustos 2009 Pazar

Kuru boyalandık



Değiştik ama gelişerek değişmedik... Yerimizde saymaktan mutluyuz da şu tasarımda biraz değişiklik yapalım dedim. Boya kalemlerimi sevdiğimi bilenleriniz var zaten yanımdan eksik etmem bir çok zaman, bilmeyenler de hemen çocuk olmakla suçlamaya başlamasınlar, zira "size ne?" demekten artık pek sakınmıyorum. Derim yani...

Baktım ki çok bilgisayar ürünü durmakta bizim güzide logomuz (Emel'in emeğini asla unutmadım) dedim ki kuru boyalarımızla oturup baştan yapalım şu güzel anasayfamızın en çok görüntülenen öğesini. Ve çalıştım, boyadım, çizdim, baktım ettim ortaya güzel birşey çıktı. Umarım beğenilir efendim beğenilmezse eskiye döneriz tabi sorun da değil ama güzel oldu derim ben...Evet...

Bir sonra ki notadan korkmak...


Piyano çalabildiğim günler geldi aklıma yeni yarattığım rüyaları görünce. Notasız çalışmayı severdim sıkıldığım zamanlarda ve tehlikeli bir heyecanı vardır sevdiğiniz şarkıları çalmanın. Bastığım notanın doğru olması yetmezdi ardından basacağınız da güzel olacaktı kural bu. Çoğu zaman yenilsem de tuşlara ve tınılara kazandığım bir çok ezgi oldu. Sonra zamanla kayboldu, kimisi unutulmadı ama duyulmadı da...

Şimdi bazı medikallerin ötesinde ki ruh seanslarım var kendimce yazdığım, kendimce konuştuğum ben olduğum duygularımı bulduğum ufak, minik yön göstermeyi deneyen yeni dünyalar. Belki yeni heyecanlar hatta. Yıllar sonra yeniden görünmez bir piyano üzerinde geziyor sanki parmaklarım, yanlış yapmaktan hatta yapmış olmaktan korka korka güzel ezgiler tadıyorum, sonra bir başkasını görüyor gözlerim. Gözlerim korkuyor, endişe ediyor, susuyor, konuşuyor...konuşuyor...konuşuyor.

Korkusuz bir yolculuk bu benimkisi önüm arkam sağım solum çoktan sobe olmuş. Ben oyun bitmeden hava kararmadan en nadide oyuncumu görmek istiyorum. Kendini göster lütfen... Göster ki söz vereyim dibinde beklediğim ağaca, söz vereyim üzerinde koşturduğum toza toprağa, ama senden bir söz değil istediğim, yıllardır nefret dolduğum yollara bırakacaksam gözlerimi emin olmalıyım bir kez olsun senin en nadide oyuncumun saklandığı yerde hileli bir oyunun bitişine gönül verdiğine...

Lütfen...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Güneş Dünya'nın diğer kısmını aydınlatırken...



Son saniyeler.... 3.2.1...

Yayındayız.

"Evveeet sayın dinleyiciler." gibisinden bir yayın yapıyor olmasam da ufaktan özgürlük kokusu alabileceğiniz bir okyanusu, deliler gibi koşmak isteyeceğiniz aslan kaplanla dolu bir safari meydanının heyecanını, marsın kuytusunda bir uzaylının "gel bak ne göstereceğim" dediği mağaraya kafamızı uzatmak kadar gizemli bir havayı size yollamaktan gurur duyuyorum.

Yeni insanlar tanımak, tanışmak gibi trendlerin, dansların ve sevdiğiniz insanlarla geçen güzel gecenin ardından eve yürürken sadece "disınıseeen" diye mırıldandığınız şarkının eşliğinde çevreden gelen saçma muhabbetleri dinleyip "kih kih" yaptığınız ilginç zamanlar bu yaz günleri. Sabahları sesini duymanın okul günlerini hatırlattığı TRT'de farkettim ki artık "Demirbank iyi günler diler" cümlesi yok, nostalji yapamamış olmayı sorun etmeyerekten kışın açılan radyo gibi yazın da uyanır uyanmaz bastığım şey oldu fanın artık tutmamak için direnen düğmesi.

Bu sabah kahvaltı benden deyip bisikletime atlar atlamaz anladım ki geçen akşam tamir ettiğimi düşündüğüm frenleri cidden tamir etmişim, ne büyük sevinç anlatamam keza artık kaza yapmama imkan yok çünkü tekerlekler dahi dönmüyor. Hızlı bir aktivitenin de ardından frenleri komple çıkardım. Özgür olduysan tam anlamıyla olacaksın frene bağlı yaşarsan ne manası var. (Bisiklet kazası olurda ölürsem bunu alnımın çatısına yazdırın.) Zar zor değil gayet uça uça geldiğim evde kral gibi kahvaltı da yaptım, hatta Ankara için midemde stok bile hazırlattım. Açlığım, üzüntülerim, derdim, kederim, lanet yollarım, sevdiceğim insanlarım(!) iki ay kaldı çok özledim(!). Bilemezsiniz...

Kendime Not: Olurda yine melankoliye düşersen bir zahmet silme şu yazıyı. Geçen en az 30 tane yazıyı böyle bir durumda katlettin aman diyim. Dursun ya. Hep mi ciddi yazacaksın ?

Size Not: Yazıda geçen "disınısiiin" denilen şarkı Fall Out Boy isimli pek sevgili gruba ait "This Ain't A Scene" isimli parçaya aitmiş. Yani "disınisiiin" direk parçanın ismi. Yoksa benim ingilizcem iyidir, ayrıyetten güzel şarkı rastgelirseniz dinleyin. Hadi bakalım...

28 Temmuz 2009 Salı

İyi Gün Dostlarım Tutmayın Elimden

"Çekilin yanımdan,gelmeyin üstüme,
İyi gün dostlarım tutmayın elimden."
Şebnem Ferah

En şirin halinizle şiirsel bir dille görünüyorsunuz, hiç iz yok sesinizin tonunda hatta kullandığınız karakterlerin muhtemel yazı hatalarında. Yanısıra sizi de allayıp pulladigim dünyamın uyumlu gözüken parçalarısınız sözde.

Pek sevgili iyi gün dostlarımdınız sizler, ama terkedip gitmek konusunda ustaydiniz elbet. Bağırmak güçtü yüzünüze "yalancı" diye ama farklı biçimlerde yükselen sesim dahi ancak bir süre alikoymustu işkence dolu sözde sevgi saatlerinizden.

Emek üzerine nutuklar çektiğiniz saatlerde susan dillerin tercümanları olan sahte kalpleriniz vardı derinlere gizli sığ yüzeylerde. Sığ yüzlerde sığ beyinlerde mevcuttu fikirleriniz ve siz ben derin anlam yüklemekteyken yine sırıtma seanslarındaydınız.

Susmak gereksiz karşı çıkmak anlamsız, uygun olanı kişiliğinizde en nadide elbise niyetine taşıyın. Yalanın elçileri güvendiğim düşmanlarım bir sözün değerinden haberiniz varsa eğer okuduğunuz anda üstünüze alın bu bariz size yazılmış yazıyı. Terk edin gidin hayatımdan yaşantımdan anılarımdan bana ait olanlardan. Sizinle doğmamışken sizin adınız altında acı çekiyor olmak can yakıyor,değerlilerimi kirletmeyin.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kedi, Sokak ve Tuna

Güzel bir sohbetin ardından karanlık bir sokağın içinde bir sokak lambasının tek başına koca alana ışık dağıtmaya çalışıp başarısız olduğuna şahit olduğum bir yerdeydim.

Sokak kalabalıklar içinde büyümüş olsa da hiç yalnız kalmamış bir işlek yer üzerindeydi ama bu saatten sonra kim kalır değil mi.

Kimse yoktu.

Kuvvetle muhtemel çok görülmediği için alınmamış bir gıdım çöpün yanında gri benekli standart olmaktan fazlasını yapamamış bir kedi gördüm. Tırnaklarını bir tavuk kemiğinin üstüne koymuşken yanından hızla geçip gitmekte olan beni farketti uzun bir iki saniyelik periyotlar eşliğinde göz göze geldik kaçmaya hazır, korkmaya hazır, saldırmaya hazır, korumaya hazır, ya da sadece herşeye hazır bir ruh haliyle dünyadaki tüm duygusal ve fiziksel objelerden daha az ihtiyacım olduğunu düşündüğüm bir iki yerinden kırık kemiği sahipleniyordu. Güldüm belli belirsiz ve devam ettim.

Sadece, soru işaretlerinin gölgesinde kararan zihnimde cevaplar aradım hangimiz kedi hangimiz sokak hangimiz tuna ? Sokak lambalarının sayısı arttı sonra ben farketmedim.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Normal ve Ötesinin Yüzleşmesi

Normal... ve ötesi... Son günlerin en büyük arayışlarından birisini yine kelimelerimde bulduğum nadide zamanlar. Dünyayı buradan yönetip, belki de parmaklarımın ucunda yaşayan klavye tuşlarına benimle anlam bulan bu ekrana ve oradan da yine zihnime hükmeden binlerce harfin dansına yine burada şahit olacaktım. Kıpırdamadan öylece durdu zihnimde biriken kalıntılar onlarcası belki yüzlercesini alıp sokaklarda henüz yara izi bırakmayan arkadaşların tadını çıkardım.

Oysa ne kadar can yakmıştı diye düşündüm. Üzerinden zaman geçmemiş olaylar, olgularımı kovaladı, biten günlerin ardından sokakta buldum kendimi. Bir köpeğin inşaatın içinden çıkan adamdan korkuşuna şahit oldum, sonra kimin korktuğuna karar veremediğimi farkettim. Tanıdık karanlığımı farkettim gecenin içinde.

Yollar,

kalbimin karşı kıyısında
suların tam ortasında
sevdalarım yanıyordu uymadım
yağmur yüklü bulutlarımdan
hep kırılan umutlarımda
yalnızlığım büyüyordu uyandım
aşk dolu rüyalara uyusam
uyanmak mümkün olmasa
kabusları sıyırıp atsam karanlıkta
yollar gider birgün biter
rüyalarım kabuslarım ama onlar benimle
ömür geçer birgün biter
bir tebessüm isterim yolun bittiği yerde

Bir tebessüm bulamadan, kulaklarımda yine hüznün şarkısı ve ben en soğuk bir anda hissettim ardımdan geleni, gözlerim son bir kez baktı karanlıkta yiten bulutlara keşke 1-2 saniye önce olsaydı dedim şarkının en güzel en ölümcül yerini seçmiştim. Bu yüzden terk etti beni ansızın vazgeçtim.

Notalara adını yazmamışlar henüz, yaşamaya devam ettim, geç gelenin ardından geçmişimden hesap soramadım. Sormayı dilemiyordum zaten ölüm perimle oynadığım maçın hükmen galibi olarak.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Parasosyoloji - Parasociology


Kabul etmek gerekir ki kolay bir başlangıç olmayacak. Bunu derken bazı başlangıçların kolay olduğu izlenimi yaratılıyorsa çok doğru bir izlenim evet öyle. Cem bey ile konuşurken muhabbeti açılan konuyu zihnimi ferahlatmak ve isminin daha fazla kişi tarafından sahiplenmesini beklememek adına 20 Temmuz 2009 tarihi itibariyle Parasosyoloji isimli disiplini kurmuş bulunuyorum.
Peki nedir ve ne olarak tanımlanabilir denilirse ?

Nasıl ki insan ve doğa üzerine açıklanmayan olguları bir sınıflandırma ihtiyacı hissedildiğinde "parapsikoloji" devreye giriyor, sınıflandırma konusunda hala yetersiz ve sığ olduğunu düşündüğüm sosyolojide de durum nispeten aynı. Auguste Comte, sosyolojiyi kurup bilimsel gerçeklikleri bulmaya çabalarken elde ettiği hiçlik Parasosyoloji'nin gerçekliğini ve tamamen bilimin kanıtları eşliğinde bir cevabın imkansızlığını kanıtladı fikrimce. Bu anlamda denilebilir ki Parasosyoloji, sosyoloji biliminin toplum ve insan hayatında açıklayamadığı, açıklanamaz bulduğu ve incelemekten, sınıflandırmaktan, tartışmaktan kaçındığı olayları geniş bir ufuktan inceleyen, incelemesinde deneylerin yanında gerçeğe varmasını sağlayacak her türlü bilgiyi de kullanmaktan kaçınmayan bir disiplindir.


Parasosyoloji'nin tarihçesi var mı ?

Olaylar ve örnekler çerçevesinde bakıldığında her uygarlığa dair söyleyecek birşeyi olan parasosyoloji'nin ortaya çıkmaya en müsait olduğu an 2.Dünya savaşı sonunda başlayan araştırmalar ve "Topluluğun Ruhu" kuramıdır. Ancak henüz parasosyolojiye dönüşme evresini yakalayamadan bastırılmış olan bu düşünce 1980'lerde kendisini hizaya sokanlar tarafından engellendi ve sosyolojinin bilimsel olma tribinin ardından yok oldu. Bir konuşmada ismin ilk defa kullanılışı ise Cem Serkan Atlı tarafından 14 Temmuz 2009'da yapıldı, ardından incelemelerini, temellendirmelerini ve bu gizemli cümleyi gerçeğe taşıyış aşaması ise Tuna Çağlar Topgül tarafından 20 Temmuz 2009'da bir kısa makale biçiminde yapıldı.

Parasosyoloji bir bilim midir ?

Açıklamamın başından beri ele aldığım şekliyle Parasosyoloji en başta bir disiplindir. Bir bilim olmayışı onun önünü kapatan bir durummuş gibi gözüksede zaten kurulumunda ki amaç genişlemiş gözlem ufkuyla olaylara bakabilmektir. Bilim olması onu deneylere, kuramlara ve genel-geçer kurallara zorlayacakken, parasosyoloji istisnaya,olağan dışılığıa, bilinmeyenin gerçekliğine (yani bilime dair yeri olmayan bir çok şeye) açık bir konumda gerçeğe ulaşmayı amaçlar.

Parasosyoloji'nin parapsikolojiden ve bilimlerden farkı nedir ?

Felsefe'nin lider olduğu zamanlardan bugüne devam eden kopmalardan birisi olarak parasosyoloji'yi de bu durumun için de görmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Keza toplumsal durumlardan telekineziye kadar en küçük ayrıntıya kadar parapsikolojinin üstüne binen yük onu işlevli ve saygı değer bir disiplin olmaktan çıkarıyor. Bunun ötesinde işleri kültürler, toplumlar ve en genel anlamda "doğaya galip gelen insanın hikayesi"ni inceleyen sosyolojinin bunların açıklanmadığı konumda onları yine anlaşılabilir olması için teslim edeceği yer "parasosyoloji" olmalıdır. Büyük uygarlıkların toplu intiharından, dünya-dışı akıllı varlıklarının yaşayış, kültürleme hatta köleleştirme yapılarının incelenmesine kadar binlerce yaşantı parasosyolojinin geniş konu ölçeğini bize gösterebilir. Bu anlamda inceleme alanında örnek verdiğimiz parasosyolojinin bilimlerden farkı, insan merkezli doğaya ve dünya merkezli evrene karşı çıkmasıdır, parapsikolojiden farkı ise zihinsel güçlerden çok topluluğun ruhuna inanması ve incelemelerinde daha çok bireyden öte biraraya gelişleri konu edinmesidir.

Parasosyoloji dünyayı ve dünyasal toplumu evrenin merkezinden çıkartan ve daha açık bir görüşe götüren ve dünyanın evren ve toplumun kuramlarının dışında da bileşimlerin muhtemelliğini savunur.

Facebook'ta Parasosyoloji.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Yağmur Sonrası Şarkılar ve Sevgili Kıyametim,

Yağmur sonrası şarkıları vardır benim için, kimisi umursamaz şarkılar, kimisinde bi dünya acının ceremesini çeken benmişim gibi ağır şarkılar. Bize anlatılan hikayeler gibi. Ya mutlu sonlarla bitti hikayeler ya da can yakacak ağlatacak kadar kötü. Basitlik sıradanlık hoşumuza gitmez, hikayeler de prim yapamazdı değil mi ? Evet, aynen öyle.

Hafif serin bir havanın eşliğinde geceye girişi bekliyorum, beklerken de açık camdan içeri girmekte olan şanslı sivri sineklerin uyurken bana yapacakları oyunu değil biraz daha ileriyi en sonu merak ediyorum. Armageddon yahut kıyamet... Benim ölümümden öte kıyamet yok benim için ve bildiğim kadarıyla kendi içimde Marduk 2012'ye inanmaya meyilli olanlar arasındayım.

En azından olsa fena olmazdı. Engellemeye çalışıcak bilimum Amerikalı uzay kovboylarını, özgürlük bekçilerini ve hatta aksiyon halinde espri yapan adamlar, kadınlar bunların hiçbirisi olmasın. Vursun gitsin göktaşı da geleceğe umutla bakalım.

Hangi geleceğe mi ? Bilmem... Belki de severken sevildiğim bir rüyanın varlığına inanmak istiyorum. Şu an ihtiyacım olan bu. Tüm gerçekleri unutup biyolojik yalanlardan birisine teslim olmak. Teslimiyetin mutluluğunu yaşayıp, sonra yavaş yavaş ölmek, öldüğümde kaçıp yine yaşama sığınmak.

Eylül'de yere düşen bir yaprak olarak reankarne olup sevgililerin üzerimde koşuşturmalarını izlemeden önce bir hayat keşfetmem gerek. Her zaman ki gibi önce ben... En azından 2012'ye kadar.

10 Temmuz 2009 Cuma

Büyüdün mü çocuk ?

Tutunduğunu göster evlat, hadi ama pes etme karşıdan sana bakan o alçakların gülmemesini sağlamayacak mısın ?

"Erlenmayer Flask"

Olanı biteni içimize atıp kendi derdimize yöneldiğimizde ne buluyoruz ? Kimileri yüksek desibelli çığlıklar hayal eder, duvardan duvara başını vurmalar belki de hatta kan? Ne dersiniz ?

Biraz daha farklı olduğumu düşünüyorum ve oyumu 1-2 saniyelik kısa patlamalara veriyorum. Sessizlik, huzur ve patlamalar. Varabildiğim yere kadar varmayı diliyorum bu seanslar sonucunda ancak geride kalması muhtemel genç olduğum günler diyeceğim zamanları renkli yaşamak isterken bu ciddi durumlarım nedir? Bana ne kadar zarar verir ?

Çocuk olmakla suçlandım kısa bir zaman önce, şimdi büyümüş olmaktan korkuyor benliğim.

29 Haziran 2009 Pazartesi

İlköğretim... Serbest Kıyafet... ya sonrası ?


Nimet Çubukçu'nun yaptığı açıklama ve Sinevizyon sunumu ilerleyen günlerde gündeme yeni bir tartışma konusu taşıyabilir. Siyah - Beyaz fotoğraflardan kolaylıkla seçtiğimiz annemize babamıza ait siyah önlüklü bir iki fotoğraf, bizim çocukluğumuza ait mavi önlükler ve liselerin üniformaları. Hepsinin tarih olacağı söyleniyor son açıklamada ve Almanya örneği veriliyor sinevizyon sunumlarının alt metinlerinde.

Bir meslek faşizanı olmak istemem ancak sosyoloji kavramının cidden bu ülkenin yönetiminde söz sahibi olması gerektiği artık gözler önündedir. Her seferinde belirttiğim "endemik ülke" kavramı Türkiye'yi tanımlayan kendi coğrafyasına özel bir yapısı olduğunu anlatan biz sözcük. Bu ülke de yapılan bir çok düzenlemenin bu endemik yapıyı görmezden gelerek örnek gösterdiğimiz ülkelerden alınması günümüze ait birçok hatanın da aynası adeta.

Türkiye için söyleyeceklerim bu konuda hemen hemen benzeri şeyler. Her öğrencinin bütçesine uygun önlük alması muhtemel mağazalar mevcutken "serbest kıyafet" durumunda bu bütçeyi kaldırabilecek aile sistemini bulmak her zaman mümkün olmayacaktır. Keza birçok zaman önlük dahi bu yetersizliği gizleyemiyor ve kumaşın kalitesinden yahut ayakkabılardan bunu ele veriyor. Bunun ne çeşit psikolojik sorunlar yarattığını ise ancak döneme aşina bireyler anlatabileceklerdir. Bu yaşlarda mevcut olan gruplaşmaların ve topluma dahil olmanın içeriğinde dış görünüşün ne büyük önemi olduğunu ancak yine bu konuda bilgisi olan ve inceleme yapmış olabilenler görecektir.

1970'li yıllarda bir kaç pilot okul ile başlayan Almanya'da serbest kıyafet ile öğretim geleneği bugün Almanya'nın geniş bir coğrafyasında etkin hale gelmiştir. Ancak bu konuda yapılan araştırma ve analizler sonucu çocuklarda ileriye dönük bir fobinin gelişimini de göstermiştir. Söz konusu olan toplum içinde çocuk olduğunda daha acımasız davranabiliyor ve aile bütçesinin masraflarında payını arttırıyor. Yüksek oranda marka takıntısı ile birlikte gelen bu davranış giyim üzerinden toplumsal sınıf oluşmasına sebep olurken çocuğun bu seviyeye erişebilmek adına hırsızlığı dahi göze alabildiğinin kanıtlarını bize sunuyor. Almanya'nın serbest kıyafetleri denediği yıl olan 1970lerde Türkiye'nin şimdikinin 6 katı GSMH'na sahip olduğu düşünüldüğünde durumun vehameti daha çarpıcı.

Ayrıca, ahlaki iki yüzlülük örnekleriyle dolu ülkemizin pek muhterem ahlak bekçilerinin de serbest kıyafetler sonucu ortaya çıkaracağı "orantılı güç" kavramını da varın siz düşünün.

Önceleri proje üretmeyen devletten şikayet ederdik, gelen gideni aratır misali artık proje üretmelerinden korkuyorum, çünkü farkettim ki ucunu bucağını düşünmeyen bir iktidar bir kaç yıl içinde ülkenin iyi kötü işleyen gidişatını durdurmayı dahi başarabilir. 2-3 sene içinde LGS,OKS,SBS,ÖSS,ÖYS,ÖSYS gibi kavramların kaç kez birbirinin yerine geçtiğini dersanerlerin bu geçişlerden ne kadar gelir elde ettiğini ve eğitim sistemi adına sabit bir durumdan asla söz edilemez olduğunu düşünmeliyiz.

25 Haziran 2009 Perşembe

Düşüncelerin Fotoğrafını Çeken Adam : Ted Serios



Pholtograph , Thoughtphoto yahut Türkçe tanımıyla Düşünce Fotoğrafları... Bir mit'ten fazlası olacak kadar yakın bir zaman, bir mit kadar heyecan verici ürünler ve parapsikolojinin yenilmesini imkansız hale getiren bir adam : Ted Serios.

Ted Serios 1918 yılında Alman bir anne ve Yunan bir babadan doğdu. Polaroid makinelerin popüler olduğu dönemde bunlardan bir tanesine sahip olacak parası ve en gerekli olarakta fotoğrafçılığa ilgisi vardı. Ancak işlerin karıştığı ve birçok bilimin nefret ettiği parapsikolojide burada devreye girdi. Ted'in çektiği fotoğraflarla objektifin ardında yer alanlar birbiriyle eşleşmiyor, hatta benzemiyordu bile.

Ted, daha çok babasının üzerinde yaşadığı bu deneyimlerini düşünce fotoğrafları olarak adlandırıyor. Ancak 1914'te doğmuş bir çocuğun babasının ne kadar yaşlı olabileceğini tahmin edin. Ted, tam adını dünyaya duyurmuş ve eleştiriler üzerine yığılmışken babasını kaybediyor. İlk defa deneyimlerini diğer insanlar üzerinde de yürütmeye başlayan Ted, oğlu Leonardo ile birlikte yine başarılı çalışmalara devam ediyor. 2006 Aralık ayında ölen Ted'in oğlu Leonardo'da fotoğrafçılık ile uğraşıyor ancak bir dijital makine eşliğinde ve sadece siyah-beyaz ve sepya gibi makineye ait özelliklerle fotoğraflar çekebiliyor.

Ted'in ölümünün ardından genellikle babasının düşüncelerinden çekilmiş, gemi, yaşlı adam, fırtına hatta madonna'ya kadar bir çok fotoğraf (bunların yanında Ted'in ruhlar ve düşüncelere ait olduğunuileri sürdüğü yüzlerce fotoğraf) ve yaşamını anlattığı bir iki kitap kalıyor. Ancak asıl geriye kalan esas bir biçimde soru işaretleri ve yıllardır boş işlerle ve ufolarla uğraştığını ileri sürdüğümüz Parapsikoloji'nin hala devam ettiği.

1999 yılında Eric Carther, Ted Serios ile birebir konuşarak X-Files adlı dizide Unruhe adlı bir bölümde hayatından bir parçaya yer verdi. Birebir kitap ve konuşma kayıtlarından alıntılanan bölümde konuyu görsel olarak anlamakta mümkün.

Ted'in Fotoğraflarını inceleyebileceğiniz bir adres isterseniz burada.

21 Haziran 2009 Pazar

Yollarda bulamam seni !

Yol mu... Yeter...!

Uzun süredir yoldayım, yollar benliğimizi bulduğumuz ve bazen de tümüyle kaybettiğimiz yerler. Bazen bir bakarsınız güneşin sıcağının yüzünüze vurduğu anda binbir düşünceye dalar araçta ki tüm topluluktan kopar ve bir yunan filozofunun ön bahçesinde geçen hararetli tartışmaya kulak misafiri olursunuz. Maalesef mp3 çalarınızın şarjı sizi bu mistik ortamdan uzaklaştırıp, erimiş asfalt kokusu,arabanın sarsıntıları ve 3-4 gecedir üstünüzde olan yoğun uykusuzluğun stresi içinde bırakabilir. Bıraktı da...

Dünyayı paylaştığımız insanlar o kadar çok ki bir süre sonra evimde kimseyle birşey paylaşmadan oturma dileği içinde buldum kendimi herşey için çok geçti. Yaşanması gerekenler vardır ya hani, benim için tatilde o biraz. Belki, bu "Anadolu'nun sen yüce bir dağısın" olan Ilgaz'da Tekirdağ'dan çok daha ilginç hayatlar keşfedebilir ve özlediğim şekilde yazılarımı beğenerek yazmaya başlayabilirim.

Yazılarımı kendim için yazıyorum diye başlamış olsam da bu günlük işine sanırım biraz görevinden de benden de sapıyor. Geriye dönüp baktığımda kendi yarattığım aşkların serzenişlerini, vedalarımı, başlangıçlarımı buldum zevkle sanki onları başkası yazmış gibi okumaya başladım ama 121 yazı nereden bakarsanız bakın çok fazla uzun bir eleme sürecinin ardından şu an 101'i yazmaktayım (dalmaçyalılara selam ederim). Bakalım günler neleri ne kadar değiştirecek ve özlediğim yazı yazma sürecine dönebilecek miyim ?

İlk zamanlarda nerede olduğumun yanında size öneriler de sunarmışım ya hadi bir önerim var hep beraber yapıyoruz. Takip ettiğim bloglara yenilerini ekledim hepside birbirinden güzel öncelikle merhaba pinik, size kısa kısa neşeli şeyler sunabilir ama unutmayın o da kendisi için yazan ama daha asi bir yazar tadı veriyor sevmeniz muhtemel. Ve assolistler en son çıkar misali Stregaaa, sen de hoşgeldin güzel günlerin özleyeni, bu günlerin sitemkarı yazılarının üstadı (yalaka mode: on ) şaka bir yana ben beğendim, kıskandım, özendim...Ve şarkının burası turistler için neden?? Because, süleyman is begin town (Barış Manço'yu Gerçekten Özledim), sırada ki takip edilesi blog yine aynı isme ait ancak İngilizce, büyük bir yük olduğu tecrübeyle sabit olan ecnebice blog işinde yalnız bırakmıyor ve onu onlarca okurun sorumluluğunun altına da ittirerek işini daha da zorlaştırıyoruz, yes Strega WW is online, what a shame for me, i want too.

Not: Vasat bir yazı oldu diyecekseniz, günlük telaşlar içinde ben kendimde değilken nasıl düzgün yazarım gibi saçma savunmalara girmektense kendim için yazdığımı hatırlatır yetmediyse mutluluk içinde geçmişe dair "Kedi'den Basın Açıklaması Tadında Yazı" ile sizi başbaşa bırakmaktan üstüm başım mutluluk içinde kalır.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Sitem İklimi

Fazla birşey değil, sadece ilkokul matematiğinden öğrendiğimiz demet, düzine kavramlarının ardından "bir buket" mutluluktu her yeni yaşımızda dilediğimiz. Geçen her dakikanın bize acılarla ve sevgilerle hatırlattığı arkadaşlar umarken biz, gördüklerimiz, kendimizi nispeten can yakıcı bir geçmişi ve umutsuz bir geleceği sorgularken bulduk. Bazen otobüs camına dayalı başımızla, bazen kalabılık içinde yalnız kalışlarımızda yahut uykusuz bir gecenin, ışıklarını vurmaya başladığı sabahında, hiç rahat olmayacakmış gibi dönüp durduğumuz yatağımızda.

Her saniyemizin bilimum silikon vadisi eşyalarıyla sorguya çekildiği evrenimizde kuytu bir evrene saklanmak artık güç, hatta bedeli ağır bir suç. Ulaşılmıyor olmanın, inzivada olmanın yasak olduğu 21. yüzyıl, özgürlüğümüzü bile bile verip ardından tebessüm ettiğimiz bir çağ.

Umutsuz olmak istemeyen adamın yorgun yazılarını dinlemekten bıkmadıysanız eğer duyun sesimi. Yorulmuş adam kızıyor bir pula satılmış gözlerden ve o gözlerin sahte gülüşlerinden, ah bir de yalanlarımızdan. Değil mi allı pullu süslemeye en çok özen gösterdiğimiz yalanlarımızdan , sonra yalanlara inanan koyunlarımızdan, düşünmeden konuşan, konuşunca aynı şeyleri söyleyen binlerce tanıdık koyun milyonlarca tanıyacağımız koyun...

Eski yazılarımda dediğimi hatırlarım ekşi ve acıda bir güzel değerdir elbet, onların varlığında anlıyoruz hayatın katma değerinden alınan vergiler eşliğinde elimize geçen bir avuç mutluluğun kıymetini. Sonra satıyoruz, sevgiler alıyoruz her yeni güne matematik bilgilerimizin ışığında sözde arkadaşlarımızın bizimle paylaşmadığı "bir demet" mutluluğu alıyoruz kazançlarımızla.

14 Haziran 2009 Pazar

Geçmiş olsun demek istedim...Olmadı

Bir ÖSS derdinin de bittiğine şahit olduk. Kalp krizi geçiren arkadaşlarımı dahi düşündüğüm zaman anlıyorum ki büyük bir yükün altından kalkmışız. Ne kadar büyük bir komedidir bilmiyorum ama ucuz hastalıklarım da oldu bu ağır yükün altında bir ömür sürecek olan. Güvensizlik, kendine dair kayıplar ve dahası...

Diliyorum ki yeni nesil bunun yine bu coğrafyada yaşanması zorunlu olan bir olgu olduğunu anlamış ve aslında o kadar önemli bir mevzu olmadığını çözecek zihne ulaşmıştır. Keza hayat en dipte olanı tepeye taşıyabilen, en tepede sandığımızı da aslında ömrü boyu bodruma kilitleyebilen bir yapı. Hayat onların hikayelerini yazdı biz gözlerimizi kapamayı seçtik. ÖSS'den çıkan arkadaşlarıma ve geleceğinde bir yerde onu barındıranlara tavsiyem odur ki gözlerinizi açın.

Bir anlık oldu bittiye şahit oldunuz mu ? Ben oldum, gayette rahatsız oldum hatta bunun sonucunda. Size demiştim öyle değil mi herşey ÖSS ile bitmiyor ve güzel günler de bu şekilde başlamıyor diye. Evet aynen öyle....

Henüz bir gün önce yürütmeye sunulan onaylanması kesin olan bir yasadan söz ediyorum. YÖK ve birkaç özel üniversitenin uyuşmazlıklarını çözmeye çabalayan bir birliktelik gerçekleşti. Sabancı, Işık gibi Üniversiteler öğrencilerini alanlarına sokuyor ve bölüm seçme işlemlerini gelecek bir zamana bırakacak ilerici ve akıllı bir sistem takip ediyordu. YÖK her zaman ki gibi güzel yapılan her işi eşelemek maksadıyla bu konuya eğildi. Bunu böyle söylüyorum her ne kadar yazın diline uygun olmasa da bunun manası tam anlamıyla eşelemek.

Başlarda YÖK'ün sert tavır aldığı bu yöntem de çarklar bir anda ters işlemeye başladı, Abdullah Gül, "e iyi yöntemmiş" dedi çünkü. Keza bu ülkenin sultanlıkla yönetilen bir sistem olduğunu ve eğitim konusunun da bu özde ulema tavrın arkasına kapatılması gayette mümkün. Sonuç olarak yasa onandı yürütmeye ve ardından da imzaya sunulacak. Peki bunun sonucunda ne olacak ?

Karmakarışık bir metni incelemek, istediği yere çekilen gazete haberlerinden daha hoşnut bıraktı beni ve yasa metnini inceledim. Kısaca örnekleyecek olursak.
Kahramanımız Tuna, bir ömür süründükten sonra ÖSS belasına çatmıştır, atlattım bitti oh derken hayallerinin kaçırdığı ipini göz ardı ederek istemeye istemeye de olsa Hacettepe Sosyoloji'ye yerleşmiştir, bu vatandaşın 326 gibi bir EA2 puanı ve yine o civarlarda bir MF2 puanı vardır. Üniversiteye girdiği günden beri ensesinde olan YÖK gene birşeyler yapmış ve bu kanunu ortaya çıkarmıştır. Kafasında neşeyle ampuller yanan Tuna ufak tefek incelemeler puan karşılaştırmaları ve kontejan açıklıklarına dikkat ederek görür ki yine bir EA bölümü olan Hacettepe'de iç mimarlık okuması mümkündür. Hatta teorik olarak sayısal bir bölümü dahi puan kaybı yaşamadan okuyabilir örneğin kahramanımız Hidrojeoloji gibi atraktif isimli bölümlerde bile yine teorik olarak okuyabilir. Hemen gerekli belgeleri öğrenir başvurusunu yapar. Üniversitenin bünyesinde değerlendirme yapan ve bu kişinin geçişinde mazur görmeyen akademisyen bir kurulun onayıyla da Tuna yeni dönemde iç mimarlık okumaya başlar.

İşlemesi gereken ideal bir sistem. Ancak Türkiye'de yatay geçiş ve üniversiteler arası bu türden değişimlerde işleyen bir unsur var ki oda rüşvet ve kayırma. Yani bu neredeyse keyfi kararlar alan akademisyen kurulunun ne kadar kısa süre içinde zengin olacağını tahmin edebilir misiniz ? Yine teorik olarak Arkeoloji okuyan birinin Elektronik mühendisliği de okuyabilmesine sebep olacak bu sistem önem verilmeyen bilimlerde ne gibi etkiler yaratacak ? Onları nerelere sürükleyecek. Belki de değişimin sebebi çokta kapalı değil. Evet arkeoloji okuyan adam mühendislik okuyabilir ve yine evet ilahiyat okuyan adam kamu yönetimine geçebilir.

Sorusu olan ?

13 Haziran 2009 Cumartesi

Destek Kuvvetlerim...

"Kavganın tam ortasında arkadaşlarının bir sürü silahla gelmesi kadar güzel bir şey yoktur."

"Sin City"

Güzel günlere erişmek kolay değil, bazen en zor zamanınızda yanınızda dostlar olarak belirir bazen ise uzun bir işkencenin sonunda ortaya çıkan destek kuvvetleri gibidir. Gibidir, öyledir ve elbette güzeldir.

Anlatması anlatılması inanılmaz güç, yapılanlara karşılık verebilmek ise inanın mükemmel bir ağırlık ama dostlar bunu önemsemiyor, onlar adeta yılların dibinden binbir anıyı sarıp sarmalayıp gelmişçesine çıkıyor geliyorlar...

Benim biricik destek kuvvetlerim... Siz olmasanız yaşadığımı unutacaktım.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Tekerleklerinde anılar, içinde bir kedi



Hatıralar, değer verdiklerimiz, geçmişe duyduğumuz özlem bunlarla yaşıyoruz, nefes alırken, gözlerimiz dolup taşarken her damlada onları görüyoruz en derinlerde. Bir oyuncak, bir taş hatta değerli olurda gözümüzde Roma'yı yakarız onlar için Neron misali. Bir elmasta o denli değersizdir telaşlarımızda, bir yıldız söndürmüştür de ışığını sonsuz bir veda etmiştir, adını dahi bilmezsin.

İşte böyle telaşlar içinde yarattım ben Gece Yazan Kedi'yi. Değer verdiğim tüm değerler arasından her taşını kendim keserek tekrar kendim yerleştirerek kurdum uğraş verdim. Aşklar geçirdi, üstünden politik sancılar taşıdı aklında, dostluğun arkadaşlığın değerini ve kimi zaman kaybettirdiği değerleri birbirimize anlattık. İnandığımız tüm aşkları, inandığımız tüm deneyimlere karşı kendimizi burada kanıtladık.

Hayatımda kendim yaratıpta kendimden verdiğim bir eserim de Gece Yazan Kedi'dir. İlk senemizi doldurmayı beklediğim şu günlerde 100. yazımı gururla her tür desteği hoşgörüyle sunan okuyucularıma armağan ederim.

Teşekkürler...

31 Mayıs 2009 Pazar

Mayıs Sonu Altı Renk

Gündüz vakti de kapımı çalıyorlar, bunu ilk defa yaşayınca ben de dedim ki gece yazan akşamdan kalma kedi bu saatte de yazsa normal karşılanmalı. Hiç olmadık bir yerden çıkıyor yine görüyoruz, biliyoruz, duymadan hissediyoruz.

Aklımızda bir kaç imge var dakikalar öncesi geçmişe dair, hatırlıyor mutlu oluyoruz. Ufak bir tebessüm ki en gerçeğinden, yansıyor yüzümüze bakışların kapalı göz kapaklarının ardından dahi anlaşılıyor uyanıyorsun rüya devam ediyor. Meleklere sardım ya zannederim cennete yolculuk var bekliyorum, zaman dolmak üzere dakikalar saniyeleri değil beni kovalıyor bilhassa tekmeliyor dahi denilebilir.

Korkuyorum, korkumda neşe var.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Uzaklardan bir masal ve Mayınlar

Baykal ve Bahçeli'yi muhalefette bir araya getirince dikkatleri çeken bir olay ortaya çıktı. Mayınlar...

Bilmeyenler için tekrarlamak gerekli: Suriye sınırında bulunan mayınlar bir nevi yap-işlet-devret modeliyle temizlenip tarıma kazandırılmak isteniyor. Peki, nereden çıktı bu mayın temizleme konusu? Ne oldu da Erdoğan'ın aklına bu düşünce geldi de ısrarla bunu mecliste görüşmeye açtı ve kabul çabalarında ısrarcı oldu. Gece Yazan Kedi'de birçok zaman paranoyaklığın sınırına gidip gelmiş olsak ta bu sefer ki tam anlamıyla bu değil, bu manada açıklanama çünkü dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yürütülen yapılar var. Ne mi bu yapılar?

Nüfusları her yıl inanılmaz yükseliş oranlarına sahip olan ülkeler var. Bakınca sadece 5 yılda nüfus iki katına çıkanları görmek mümkün, bir de bununla birlikte tüketim toplumuna adapte olmuş ülkelerin ya da dış pazarlar için üretim yapmak isteyen aracı amaçlı şirketlerin, gözünü diktiği iki kaynak var bunların ilki hızla değerlenmekte olan su diğeri ise toprak. Ufak çaplı bir internet gezintisi şunu fark etmemizi sağlayacak bu kadar büyük bir araziyi mayınlardan tamamen temizleyecek bir şirket bulmak üstelik bunu sadece toprak için yapacak bir şirket bulmak neredeyse imkânsız. Alan çok geniş harcanacak miktar çok fazla ve buna yanaşacak şirket sayısı piyasası bu kadar düşük olan bir konu için çok az ve güçsüz.

Peki, ne olur? Elbette ne olacağını bilemeyiz bunu gelecek günler çok daha iyi gösterecek olsa da; tahminim ve gelecek öngörüleri gösteriyor ki bu topraklarda büyük şirketlerin ihtiyaçları giderilecek. Bu şirketlerde çok büyük ihtimalle yabancı ve kendi çıkarlarını beslemek için toprak arayan devletlerin, yanlarında bir şirketle mayın temizleme işini halledeceği ve topraklarını kendi tesislerine, çiftliklerine dönüştürecekleri.
Burada olan biteni özetlemenin sonucu eğer ortaya çıkan toprak faşizanlığı ve paylaşımsızlıksa yanlış bir düşünce olduğunu söylemeliyim çünkü TEMA'nın yıllarca söylediklerini dinlemeyen Türkiye çölleşiyor ve yumurta kapıya gelene kadar da uyanmaya niyet yok. Bu toprakların gelecekte bize satılacak ya da bizi kendi toprağımızda köle edecek, ırgat edecek bu yapıya karşı olduğumu söylemem gerekli. Toprak için hala katliamlar yaratılıyorsa halkın büyük bir bölümü için hala kutsal olan bu toprakları muhtemel bir danışıklı dövüş ile teslim etmeye olan korkumu açıklamaya çalıştım. Devam edelim...

Birçok ses ve tepki gelirken savunudan bir kaçı da bizim insanlarımızın o topraklarda çalışacakları ve işsizlerin istihdamı için bu projenin yürütüldüğü, açıldığı savunusu.

Ufuktan gemiler geliyor içerisinden inen yabancılar hızla yerli halka saldırıyor ve ona madeni öğretiyor, kısa bir süre içinde cebirle yerli halk neredeyse aç bir şekilde gece gündüz demeden yabancılar için maden toplamaya başlıyor. Gemilerle uzaklara taşınan bu ne olduğunu henüz çözemedikleri "maden" denilen taşlar onların karnını doyuruyor gibi gözükse de aslında kaybedilen özgürlüğün ve kaynağın tanımını anlamak ancak onları anlatan tarihçilere nasip oluyor. Yabancı alacağı bittiğinde oradan ayrılıyor geriye sadece ölenler ve ölmek üzere olanlar kalıyor.

Durum henüz bu kadar şiddetli ve derin gözükmüyor olsa da günümüz köleleştirme sistemi bu durumdan farksız. Başkasının şirketinde, başkasının yönetiminde, başka insanlar için bizim çalışmamızla elden edilen o değerli kaynaklar bize sadece ufak meblağlar halinde geri dönecek ve kanaat etmeyi içine sindirmiş olan sindirmek zorunda bırakılan halk bu işi mutlulukla karşılayacak. Köle olduklarını da "ucuz iş gücü" diye gelen şirketlerin büyük CEO'ları ve henüz köleleşmemiş tarihçiler yazacaklar.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Birlikte Yapalım...

Kendimiz de güç bulamadığımız ve bazen de çok fazla sitemkar olduğumuz anlar yaşıyoruz ya hani. Kabul hayat bize ne şekilde gelirse biz de onun etkisine tepki oluyoruz. Bir video ve kısa bir hikaye bu etki-tepki denklemine çok hoş çok güzel bir yan getirmiş ve sanıyorum birçokları benden çok daha evvel bunu izledi ancak ben yine de farklı bir noktaya değinmek isteyerek hem hikayeyi hem videoyu tekrar paylaşmak istedim.

"Oğlu babasına sorar : Babacığım benimle maraton koşmaya var mısın ?

Kalp sorunları olmasına karşın baba, yine de « Evet, varım » diye yanıtlar. Ve bir maratonu birlikte tamamladılar.

Baba oğul başka bir çok maratonu daha birlikte koştular. Baba her seferinde oğlunun yeni bir yarış talebini kabul ediyordu. Oğlu bir gün babasına « Baba, birlikte bir Ironman'a (Triathlon) koşmaya var mısın benimle ? » deyince baba bu kez de evet der ve kabul eder.(Bilmeyenlere anımsatalım ki Ironman dünyanın en zor triathlon yarışıdır ve üç dayanıklılık sınavından oluşur : Denizde 3, 86 km'lik yüzme, 180,2 km'lik bisiklet ve nihayet 42,195 km'lik bildiğimiz maraton. Baba oğul bu zor yarışı biirlikte tamamladılar. Nasıl mı ?"




Birlikte yapmak çok değerli, birlikte yapmak bir heyecanı paylaşmanın bir heyecanı senelerle yıllarla sevdiğin sevmediğin tanıdığın tanımadığın kendi özünden çıkarak paylaşmanın adı. Burada bencillik göremedim, görmek için kuru gözlere ihtiyacım vardı belki de.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Hayatın Yeniden Üretimi Süreci

Ağlamanın şarkıda söylendiği kadar kolay olduğuna inanmadığım zamanlar oldu. Gülümsemenin ardından terk edenler ve etmeyenler arasında sadece biten sözler olduğunu bildiğim için gülümsedim ben içtendi, gülümsemelerim incitendi ağlamalarım ve ağlamaların. Elbet gün gelecek kanayan yaralara zaman basılacak hatta dalga geçilecek belki tüm bu olanlar adına.


Yeni insanlarla tanışmak beni mutlu ettiği bir gündü dün neşeli kendi halinde hayalleri olan o kadar çok insan var ki. Her bakışta farklı yaşantıların rüyalarını hayallerini görebileceğiniz o kadar çok göz var ki hayalleri duyunca tebessüm ediyor ve dahi kızamıyor insan. Ben başaramadım büyük insan umarım sen başar budur dileğim. İkimizin de hastalığına çözüm umut etmek güzel olana inanmak.

Dinlenmiyor olmanın takip edilmiyor olmanın etkisinin daha güzel olduğunu fark ettiğim güzel bir günde dışarıda rengarenk bir hava, güneşin ışıkları ve ağaçlardan yansıyan bu ışığın oluşturduğu içimi dolduran yeşil renkler. Hava bugün burada beklemediğimden de güzel.

Kaybettiklerimi düşündüğüm vakitler olmuştu geçmiş zamanlarda ama ben satranç bildiğim günden beri kayıpların avantaja dönüşebileceğini biliyorum. Eğer iyi bir risk alıp feda etmeyi bilmezseniz asla daha fazlasını kazanamayacağınız durumlar yaşarsınız. Risk almayı seven fakat sevenlerini feda etmeyen biri olunca satrançta da o kadar iyi olmaıyorsunuz yine de oynamayı sevdiğim güzel bir oyun. Kralların oyunu bir yerde.

Şimdi elitist olduğum falan iddia edilecekse de bu güzel hava da bunu yaşayabildiğim nadir zamanları da bir zahmet kıskanmayın sevgili emekçiler, inanın sizin için geçiyor ömrüm. (Sitemde gülücük kendi ilkelerimle yasak olsa da buraya koymak isterdim)

Ha bu arada bir başka teşekkür de senin için umduğum gibi değildi ne güzel ölüm sana ve bana, günlerimizin güzel geçen günleri ömrümüzün bize kar kalan kısımları artı değer elde etmek için herşeyi candan yaşamalı. Güzel günlere ışıklar....

19 Mayıs 2009 Salı

Yıldırımlara Göğüs Gerebilenlere...

Güçsüz aydınlar...
Gerici iktidar...
Paraya tapan kalabalık...
Yeteneksiz iktidar...
Geçmişin gelecekten utanan yüzü...
Yaralı bir demokrasi...
Tehlike dolu sokaklar...
Eğitimsizliğin moda...
Kitabın deModa sayıldığı...
Bizi saymanın daha da zorlaştığı...
Bir ülkenin bulutlarında;
90 yıl sonra her yıldırımla irkilip tekrar mağaramıza dönerken, sığınmak adına barakanın dahi hayalini kuramazken. Bizlere geleceği emanet etmiş bir Mustafa Kemal, bizden vatan olmamızı medeniyetlerin hayalini kurmamızı korkaklıktan ebediyen sıyrılıp geleceğe bir gün önceden varmamızı istemiş belirtmeye gerek var mı ama bu yola da hurda bir gemiyle çıkmış... Ne zaman...Bugün...
Şimdi bu yazıyla tüyleriniz ürperecek aradan geçen en fazla beş dakika sonra ise eski halinize döneceksiniz belki de...

Yine de umudum var bir şeyler için...Varlığımız için medeniyet adına...
Tüm kalabalıklara tüm hezimetlere ve bütün bu güçlüklere karşı koyanlara... 19 Mayıs sizindir. Kutlu olsun...
Umudu olanlar adına...

14 Mayıs 2009 Perşembe

229 Mumluk Ağıt

Bu gece herşey bitse mesela sonsuz sona ulaşsam da unutsam tüm olanları ve seni. Söylemediysem, söylemeyi beceremediysem de sevdiğimi...

Gitsem yanından uzaklaşsam duyguların en yücesini yaşarken ben bir damlasından sana katamadan gitsem. Söyleyemediklerim içimde büyüse. Gürültüler... Lanet olasıca bastıramadığım yüksek sesli gürültüler. Kafamda bir ömür dolaşacak desem. Düzgün düşünemediğim anlarımda dahi senin için güzel günler düşlesem.

Kaybettiğim senin ardından göz yaşları döksem, varlığımdan fazlasını adamaya niyetlendiğim sen için ağız dolusu sözler söylesem acıma bastırdığım yara bandının altından. Gözlerim kırık dökük, ağzım kilitli, kokular eskisinden daha kötü geliyorsa burnuma.. Söyle nasıl vaz geçerim ki senden ? Olmayacak bir yolda yürümenin nesi güzel... Hangi adaletten söz etmeli bilinmez ama ben ilahi adalete inanmak zorundayım, kan tadı bu, gözyaşı tadı, benden,içimden kopan birşeylerin tadı, seni kaybedişlerin tadı bu kadar ağır olmalıydı evet daha fazlası hatta. Ben, beni kaybettim...

Arayacaklar, soracaklar, ne oldu nasıl bitti diye ve sahip oldukları açılmamış telefonların ardında ki merakları. Yapmasaydım keşke, değer vermeseydim bu denli hatta sevmezdim de belki ama yemin ederim hakettin sevgimin her zerresini. Sorma, sorgulama malzeme etme beni alaylarına, bilirim yapmazsın zaten... Benim ki etten kemikten bir dünyanın vahşetinden korkum. Sığınmak istediğim limana olan ağıtım. Canımın yanışı umurum da değil. Dedim ya sen senden büyüksün artık, dedim ya sen birsin ve teksin artık. Bir tanrıymışçasına güvendim sana... Kaybetmedim... Seni kaybettim sadece... Keşke gemilerle gidilebilecek en uzak ülkeye yerleşip yine gemilerle dönseydin.. Ben büyüseydim döndüğünde ve gerçek olsaydı hayal bıraktıkların ardından. Gerçek olsaydı ağladığım, değer verdiğim, özlediğim... Özlediğim...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Gülleri Solduran Gülebilmezmiş

6 Mayıs, benim geldiğim yerler de inançlara bakılmaksızın neşe içinde kutlanan ve baharın gelişinin kutlanan son adımıdır. Dilekler yazılır, ve bir fidanın, gül fidanının altına bırakılır dilekler olması tutması istenilerek... Ama bu ülke "fidan"larını astığından beri dilekler kabul olmadı. Bu ülke fidan almaktan zevk alanların hala yaşayıp hala konuştuğu ülkedir. Buralara bahar uğramaz.
"Umudum gençliktedir." diyen atasının mirasını devralmış bu ülkenin çocuklarının korkunç bir sonla hayatlarının ellerinden alınışının yıldönümüdür bugün. Solan güllerin, kan çiçeklerinin, asılmış fidanların sessiz sakin anıldığı, fısıltıların onu asanların gürültülerine karıştığı 37 senelik bir almış başını giden düzenin günüdür bugün. Romantizmin yok edildiği, sevginin katledildiği nefret tohumlarının ekildiği günün 37.yıl dönümüdür bugün. Ne kadar övünseniz azdır.

Asıldılar...
Sömürülmemize karşıydılar,
Bağımsızlık istiyorlardı,
Özgür gelecek vardı akıllarında,
Bu ülkenin insanıydılar
Dilekleri yine bu ülke içindi
Gençtiler, umutluydular, inanmışlardı
Güneşi zapt edecektik hani ya işte sonra astık biz onları, hemde sadece bir kere değil 37 sene geçmiş ben doğduğumda 17'ydi sadece biz büyümeden kirlenmişti dünya, kana bulanmıştı gelecek, dilek dilenmez olmuştu 6 mayıslarda mutluluk, inanç, umut gömmüştük onlarla birlikte. Bir 40 sene olacak yine dinmeyecek göz yaşları, her dakika her saniye artacak derler ya cellatların acısı bizim canımız yanmadan onların vicdanları dile gelir mi ki ?

En iyi dileklerim asılmışken tüm bu genç, cesur, korkusuz insanları saygıyla anıyorum. Anınıza dair birşey yaptım diyemiyorsam da...


"Ve cellat uyandı yatağında bir gece,
Tanrım dedi bu ne zor bilmece.
Öldükçe çoğalıyor adamlar,
Ben tükenmekteyim öldürdükçe."
Ataol Behramoğlu

3 Mayıs 2009 Pazar

Bu nasıl Sol ?

"Sol"
Çözümün adı, hayallerin adı, gelecek güzel günlerin adı, birliktelik, barış ve sonsuz eşitlik içinde adalet ve sevgi.

Bir zamanlar bu ütopyanın gerçeğe dönüşmesi amacıyla yola çıktı bir çokları, Türkiye'de de benzeri durum Fransa 68'den sonra giderek yükseldi ve birde baktık ki o zamanlar benim yaşımda olanların idam edilmesine giden bir sürece kadar yenilikçi, Kemalist ve gelecekten umutlu gençlerin asılmasıyla bitti. Ardından gelen uzun bir süre içinde sol kendi kabuğundan çıkmak ve yeniden birşeyler üzerine konuşmak için bekledi ve nihayet yüzünü görmeye başladığımızda bu özlemle bekleyen benim de dahil olduğum ve şimdilerde "ulusalcı" olarak nitelenem grup hayal kırıklığına uğradı. Günümüz sol profilini nasıl tanımlayacağız diye bakınırken bir kaç referans noktasına ihtiyacımız var. Okuyucularımın da daha iyi anlaması için "sol'a sol içinden eleştiri" yapmak adına Birgün,Sol,TürkSolu ve mevcut üniversitelerde sol gruplar adına faaliyet gösteren öğrencileri ele aldım.

Sol basınını ayırt etmek çok güç değil, düşük tirajı yüksek fiyatı olan hemen hemen tüm yayınlar sol içerikli, bunlardan öne çıkan ilk kaynak ise Birgün, mecliste temsil edildiği üzere ÖDP destekli bir yayın ve yönetim kadrosu yerine sosyalist bir düzen içinde yönetimi benimsemiş. İlk başlarda bu şekilde öne çıkmış olsa da baktığımızda ortada şeklen bir sosyalizm olduğunu görülüyor. Haberlerin genel içeriği "sol sanatla ilgileniyor" dercesine sanatsal içerikli ufak başlıklar ancak bu haberlerin ya devamı yok yada çok sığ işlenmiş her haber gibi içeriğine yer yer korsan bildiriler gizlenmiş. Yeni Şafak, Zaman gibi "aşırı yandaş" olarak yaftaladığım medyanın da yaptığı gibi "Ergenekon Terör Örgütü" ya da "ETÖ" ibaresini kullanmaktan çekinmiyor. Oysa ki henüz mahkemenin dahi kabul etmediği bu ibareyi yayınlayarak muzdarip oldukları düşünce suçlularını yargısız infaza sokma tanımını uyguluyorlar. Bu bakımdan yaklaşımlar bir sokak kavgasının ardından "bizde dayak yedik sizde yiyin ohh" tanımı ya da daha ciddi bir şekilde "bizden üç kişi gitti onlardan da üç kişi gidecek" diyen Demirel'in sözüne benzetilebilir. Ama her anlamda varlığı bilinmeyen bir örgütü var gibi gösterip bunu sunarken mutlu olan adaletsiz tutukluluk sürecini görmezlikten gelen kötü birşey bu ve sanırım yeni dirilmiş Sol'un en kötü yanı bu intikam duygusunu barındırması. Medyaya ilişkin bir diğer farklı örnek ise Türk Solu, içeriğini uzun süre takip ettiğinizde görüyoruz ki kimi zaman MHP, BBP örneklerinden daha kafatası milliyetçiliği yapmaktalar. Çoğu zaman eleştirileri ve ortaya koydukları açık ve net ancak sonuç adına çuvallamaktalar. Kemalizm'i anladığını sanan tayfayla aynı sonu paylaşmaktalar, bu geniş ideolojiyi bu kadar dar kapsamlı görerek ideolojininde dibe çekilmesine yol açmaktalar. Bu anlamda Türk Solu, Sol gibi gazeteleri birçok yandaş medyadan ayırmak ve yorum farkı yaptırmak zor. Yapılabilenler ise ancak gündem dışı konular ve birkaç ayırt edilebilen yazar.

Asıl bakacağımız yer olan öğrenciler konusu ise biraz daha karmaşık üniversiteye adımınızı atar atmaz karşınıza çıkan "kollektif", "cephe", "parti", "örgüt" ibaresinin başına gelen kelimelerle kurulmuş gruplar önünüze çıkıveriyor. Günün ilk saatleriyle birlikte afiş asma çabasına girişenler var, adeta sarı-kırmız-siyah rengin değişik kombinasyonlarını her gün yeniden deneyen bu öğrenci ve grupları afişleri yayana alt alta, akrostiş yapacak şekilde hatta tüm bir binanın duvarını kaplayacak şekilde yapıştırdıklarında devrimin daha hızlı geleceğini düşünmekteler. Hala eski Komüntern renklerini, simgelerini kullanan yaratıcılıktan uzak devrim çabasını sorgulamak dahi tepkiyle karşılaşılabilir olduğundan başlarda hepsini tek tek inceleyen bir düşünceniz varsa da bir seviyeden sonra vazgeçiyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki öte taraftan birisi elinde tomar tomar 20 sayfalık gazete-dergi arası oluşumları size satmaya çalışıyor. Afişler ne kadar bedavaysa bu büyük puntolu, büyük resimli dergilerde tersine o kadar pahalı. İçeriğinde günlük gazetelerde kolaylıkla bulabileceğiniz yazarların kopyalandığını ve tüm diğer medya organları gibi sadece herşeye karşıt ancak çözüme karşı ortak olmaktan kaçınan ve ütopik istemlerde bulunan bir yapı var. AKP eleştirilerine rastlıyor olsanız dahi yazının sonlarına doğru AKP-Perver bir söylem yürütülmeye başlanmış keza onlarda Cumhuriyetçi karşıtlarını destekledikleri çin düşmanımın düşmanı zihniyeti işletilmiş bu sefer intikam adına. Korsan bildiri aradığınızda ise sadece derslerde yada herhangi bir kongrede bulunmanız çözümden ne kadar uzakta olacağınızı gösterecektir. Tek kitap zihniyetinden kurtulamayarak sorulan sorulara cevap verebilecek raddeye erişememiş sesi yüksek bildiriler var gerekli gereksiz konuşmacının yada hocanın sözünün kesildiği yerde. Genel anlamda entellektüellere dönük bu çabanın içinde bol bol marx, durkheim, comte duyuyor olsanız da günümüze dair herhangi birşey bulmak imkansız.

Peki toparlarsak ne çıkacak...

Uzun bir süredir TEGV'de Eğitim Gönüllüsüyüm, etkinliklerde çeşitli yerlerden gelen arkası yazılı kağıtları kullanıyoruz. Kağıdın her kullanılabilecek kısmını boyanın ise son raddesine kadar tüm bölümünü değerlendiriyoruz. Bunu yapan birisi olarak afişlerin, matbaanın, renklerin bu kadar hor kullanılmasını hoş karşılamak elde değil, devrime sponsor olan var mıdır bilinmez ancak sanırım derginin yüksek fiyatlı satışının ardından da bana söylenen "devrimci ve maddi durumu yetersiz arkadaşlara burs veriyoruz" lafının arkasının olduğuna inanmıyorum. Toshiba laptopların arkaplanında sol ellerini havaya kaldırmış devrimci gençlerin fotoğrafını taşımak, Samsung cep telefonunda "devrim yürüyüşü"nün mp3'ünü melodi yapmak, ayağa kalkıp devrim ateşini bağırarak ve saygısızca dile getirip kendisine sorulan soruları hakaret algılamak, milliyetçilik yapma deyip kafatasçılığa soyunmak, facebookta yurtsever cepheye girip yoğurtsever cephe grubunu kapatalım diyebilmek, internette aktivist olup gereksiz sessizliğini sürekli devam ettirmek günümüz solunun "iki yüzlülük" örneklerinden sadece bir kaçı. Türkiye bir daha asla 68 ruhunu anlamayı başaramayacak. Şu an gördüğümüz bin parçaya bölünmüş sabun köpüğü solunun yapabileceği ancak postmodern devrim. Darbe'de "postal" varsa onların da renk renk "converse"leri var.