20 Aralık 2010 Pazartesi

Demirler, Çizgiler ve Tesla


Hızla savruldum...

Yüzüm karşıladı camı ve ben tutunduğum pas kokulu demire sarıldım. Pas kokulu, çalışan ellerime birde bunu katan demir. Sana tutunmanın gerekliliğiyle nefret ediyorum senden. Gözlerim dalıp gitti sakinleşince meydan, sağnak yağan çizgileri izledim karanlıkta. Salınarak yağmasını istediğim karlara inat daha kaç asır orada duracağını bilmediğim karayollarının latifesi çizgilerdi izlediğim.

Güven aradım duruşunda her viraj öncesi, her bana yeni ekleme yapışında çıkanları hissettim. Fedakarlığın hala benden uzakta ki duygularımdan koptuğunu düşünüp teselli buldum, görevimi yaptım. Kaldığım yerde kalmalarıma inat, devam etti. Bende ettim, ediyorum. Birbirinin aynısı birbirinden sıkıcı onca ağaç ve Edison'un lanet karizma nesnesi.

Edison'u sevmedim ben hiç, Tesla'yı sevdim. Tesla'yı tanıyan bulmak güç. Anladıkları dilden konuştum dinleyenlere, Edizhun diyorum iyidir yani. Dinlemeyen herkes alkışladı. Zafere hiç bu kadar hızlı isyan edilmemişti.

Uyudum.

Karardı göz kapağımdan sonrası, dindi sesler ve yorgunluk rüyalarla birlikte geri geldi...

26 Kasım 2010 Cuma

Kendi Üstüne Yıkılan Rüya


Onlarca taşı tek başıma taşıdım yalnız olduğum bu topraklarda. Sinyaller dışında hiçbirşey yoktu desteğimde yılmadım. Farketmeden sevdalandım, renklere bulandım, yıktım, kırdım, baştan başladım.

Çıktım en yükseğe ve atladım. Kendi yaptığım binanın tepesinden attım kendimi. Acımadım kendimi katledişime, yolda rastlayıp selam veremediğim dostlar oldu. Kimse hissetmedi düştüğümü bir beyaza.

Uyandım, rüyamı gerçek sandım. Rüyalarımı gerçek ettim, sonunu değiştirmeye çabaladım, çabalıyorum...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Buruşturulmuş .TXT


Buruşturulmuş bir sayfa. Atılmaya kıyılamamış bir sayfa. Bir kaç fotoğraf....

Gelişine vuruyorum, futbolda hiç başarılı olmamış ayaklarımdan birisiyle. Olanca sinirim ayağımda değil biraz fazlaca aşağıda kalmış olan asfalta ve ardından da ayağıma vuruyor darbeyi. Olan yine bana oluyor. Uzaklara göndermeyi umduğum bu gereksiz ayrıntılar bilakis yakınlara 3-5 gün sonraya zıplıyor sadece. Tekrar hatırlanmak üzere şu yoğun olmayan günlerde.

Tahminimce o günlerde de yoğunum sizi gidi başkasının sevimsiz hatıraları. Ders çalışır, sevgilimle vakit geçirir, bakarsın senden söz eder tekmeyi birlikte basarız.

Geçmiş bir insanın hayatını ele geçirebilir.Aman toplumsal genelleme ustaları, sabah akşam genelleme yapan "tespit adamcıkları" sizden değilim, toplanmayın başıma. Yanlışım kendime, doğrum kendimedir benim. Geçmiş hayatımı ele geçirdi ve mahfetti, geçmiş zor günümde yanımda olup beni ayakta tuttu. İşte bu ikisini de deneyimlemişsem eğer sanıyorum ki onu kullanmayı öğrendiğim güçlü zamanlarımdayım.

Değil silmeyi, varlığının yokluğuna dair tezlerimi bile anında güçlendirebilecek kadar seriyim. Anlatmadıklarım olmamıştır, olduysa da yoklardır.

12 Kasım 2010 Cuma

İlkokulda Siyasi Simge

"Velev ki..."
R.T.E.

İzmir'de ki Cumhuriyet Mitingi'nin ardından ard arda 3 tane mitingi kaldıramayan kesim eylem hazırlıklarına girişti. Önce Ankara'da ardından da İstanbul'da bir kaç yer miting alanı oldu. Alanda Cumuhriyeti savunanlara karşı türban savunusu vardı. Televizyonlarda ahkam kesen siyasetçiler, gazeteciler yahut televizyon karşısında küfür eden gruplardan neredeyse kimse bunu farketmedi.

Cumhuriyet'e karşı, karşı devrim; Cumhuriyet'e karşı 2. Cumhuriyetçilik; Cumhuriyet'e karşı Şeriatçılık ve daralan anlamların en sonuncusu Cumhuriyet'e karşı türban.

Parka, postal, atkı, sol yumruk, pos bıyık, Nazım Hikmet... Sol.

Bozkurt, sarkık bıyık, palto, Necip Fazıl.... Sağ.

Birbirlerini anlamayı başaramadan, kavgalarını barışa teslim edemeden, bu ülkenin bütünlüğüne karşı tarafın da saygısını olduğunu anlayamadan yitip giden iki grup...

Türban... Karşı devrim.

Bugün işte bu siyasi simge üniversitelerin tartışma alanından çıkmıştır. Yıllarca atılan "geri kalmak hakkımız" naraları cevap bulmuştur. Üniversitelere bu ülkenin temelinin atıldığı bu kurumlara ona karşı olan bir nesneyle girilmemesi adına yıllarca konuşuldu. Kamu özel ayrımları yapıldı. Ama hiçbir zaman iş ilkokula kadar gitmemişti.

Beyinlerinde henüz değil siyasete kavgaya dair bile birşey oturmamış çocuklar üzerine oynanıyor. "Yetmez ama evet" ve "evet" diyenlerin bir kısmını ekranda görüyorum. Farkettiler ki yanlışın üzerine yanlış katmada sorumlulukları var. Farkettiler ki "hayır" deselerde artık "evet" dedirtenin üzerinde bir etkileri yok. Farkettiler ki "hayır" deme hakları bir "evet" ile ellerinden alınmış.

İşin pedagojik kısmına girmiyorum bu başlı başına bir sosyal bilimciyi çıldırtacak düzeyde. İşin muhalefet kısmına da girmiyorum, etkisiz ve güçsüz. Devir artık "biz ne dersek evet" diyenlerin sahası. Bertaraf olan ise bir ülkenin zavallı durumuna düşürülmüş halkı.

Cumhuriyet Gazetesi'nin reklamlarına gülenlerin o zavallı hallerine, korkulacak birşey yok saçmalamayın diyenlerin acizliklerine gülüyorum acı acı. Ve şaşırıyorum bu temeli sağlam atılmış meğer dediğim Cumhuriyet'in hala yaşıyor oluşuna.

5 Kasım 2010 Cuma

Islak Kağıtlar


Uzun zamandır dışarıdayım, çıkarken tutuşturduğum kibrit hala yanıyor. Zorda kaldıkça kelimelerimi yakıyorum, cümleler kurup tekrar tutuşturuyorum kül olacak korkusuna mutluluk katıp yakıyorum.

Yakıyorum... Sürekli titriyor ateş, rüzgar bekliyor, kış bekliyor, kar, ayaz onlarcası... Hep kötü şeyler, emekleri tüketmeye çaba edinen şeyler. Yaz bekliyorum, güneş bekliyorum, ısınmayı değil aydınlanmayı bekliyorum.

Bekliyorum... Bir fikir ofisinin kartını, bir çıkar yolun rehberini, o yolu gidecek sabrı ve yolda ölmeyecek kadar garanti verilmesini bekliyorum. Dokunmak, tatmak aslında görebilmek.

Kendi gözlerimle, görebilmek. Sığ olanı, derin olanı, boğulma çizgisini ve yaşamla ölüm arasında var olan çizgiyi görebilmek istiyorum. Biriktirip o çizgileri kareler, diktörtgenler, üçgenler yapmayı, üretmeyi, sonra da ürettiğimi görebilmeyi istiyorum. Bakalım nasıl oluyor kendi dünyam yine kendi ellerimden çıktığında.

Yakıyorum, sonu ucu belli olmayan bir savaşa kelimeler yakıyorum. Barış için yakıp, barış için yanıyorum. Barışı beklemiyorum, savaşı anlayamamışken.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Hayata Katalize...

Dünya değişiyor... Bunu suda hissediyorum, toprakta hissediyorum... Kokusunu alıyorum. Eskilerden pek bir şey kalmadı zira hatırlayanlardan yaşayan yok artık...

Galadriel - Lord of The Rings

Ciğerlerimi baştan sona dolduruyor bıraktığım post-itlerin dumanı. Geçmişi yakabilmenin, verileri silebilmenin ve üstüne nadide bir kaydı işlemenin hazzı inanılmaz. Gözlerim kurşun gibi ağır, uykum had safhada ama yazıyorum. Yazma gereği hissettiriyor bana nefes almak. Bir adım atacak dahi halim yok ama dünyayı dolaşabilirim. Enerjim yok ama yaratabilirim...

İnan bana nefesi senden, kokundan almak için herşeyi yaparım...

Herşeyi yapacaksam ancak senin için yaparım.

21 Ekim 2010 Perşembe

Dinlediğim Masallar

Soğuk rüzgarlarında akşamların,
Dağılıp kaybolmuş.

Siz çocukluğumun masalları,

Bir varmış bir yokmuş...


Bir kuzu içmek için suya eğilmiş,

Suda koca kurdu görmüş,
Kurt bu kötü insanlar misali,
Kuzucuğu su başında öldürmüş


Evvel zaman içinde

Kalbur saman icinde

Bir küçücük çocuktum

Büyükannemin dizi dibinde

Sonra çıkıp masalların dünyasından
Ben de büyüdüm

Her içmeye eğildiğim suda

Bir koca kurt gördüm.


Anladim ki eğilip içmek öyle kolay değil.

Derinlerden akıyor suyumuz.

Üstelik her suyun başını

Bir koca kurt tutmuş.


Ergin Sander (Ayla'yı Dinler misiniz?)



Öyle eğlencelisiniz ki yorulmuyorum sizi dinlemekten. Bir tanıtımınız bir de gelmek istediğiniz noktalar var hep. Hiç acele etmiyorum sizi oralara çağırmakta. Kendinizi anlatmanızı ve cümle kurmak konusunda işkence çeken kişiliklerinizi ortaya koyun istiyorum.

Farklı yorumlamalara kapalı olmak ama sinirlendim ben diyebilmekte ustalaşmak yalnızca sizin gibi masalcılara ait bir özellik. Şahsınıza bir özellik, kişiliğinize ve başaramadıklarınızı, başardıklarından haberdar olmayanların üstüne yüklenmekle test ettiğiniz hayatınıza dair bir anlam. Öyle çoklarınızı rahatlıkla çıkardım ki hayatımdan, öldürüp dirilttiklerimi aralarında görmek istemiyorum matematiğimden emin olmadığım için.

O halde kendinize gelin, bir ömrü hayallerinin peşinde harcamış adamın "hayal"lerine saygı duyun. Kendi masalının her harfine ayrı emek göstermiş, mürekkebini bozan gözyaşlarına inat her seferinde baştan yazdığı bu pasajlara saygı duyun.

Arkası yazılı müsvette kağıtlarına yazdığınız günübirlik hikayelerden değil bu. Bir ömrün senaryosu, bir ömrün güzel bir senaryosu...

14 Ekim 2010 Perşembe

Hayaller ve Tilkiler

Gece...

Öyle çok ıslandım ki başımı siper ettiğim kapşonumdan yağıyor artık yağmur.

Yağmur...

Öylesine karanlık ki göremiyorum yağdığını yağmurun.

Tilkiler... Kuyruklarını hissediyorum zihnimin içinde dolanırlarken, binlerce ayrı yolu tek bir sokağa bağlama çabalarını seziyorum, kuyrukları değiyor aklımın odalarına, duvarlarım titriyor. Dalıp gidiyor gözlerim aklımın yürümekte ısrar ettiği çıkmaz sokağa.

Çıkmaz sokak... Durup bakıyorum uzanan devasa duvara, sapasağlam, kaya gibi sert ve aşılmaz... Ufak bir rüzgarda sallanıyor duvar. Düşerse üstüme ölürüm.... Düşmez...

Hiçbir düş, düşmedi. Hiçbir hayal gerçeğe dönüşmenin hazzını bu denli hissettirmedi. Çıkmaz sokaklarım, beslemekte zorlandığım tilkilerim, yollar,gece...

Hiçbirinizin bu kadar kolay çözülebilir sorunlar olduğunu bilmezdim.

Yalnızca ıslak bir bakışının bir kalbi bu denli ısıtabileceğini kim bilebilir di ki ?

Ben...

Bunu başarmak adına yola çıkacak cesareti, göze alacak gücü ve şekil verecek ellere sahip olan kim vardı ki ?

Sen?

Sen...

:)

5 Ekim 2010 Salı

Hayâl Kadar Hayat

"Bir yudum çay, bir yudum sen, bir yudumken manzara,
durduğun yeter. korktuğun yeter."

Yapraklarını bir bahar gününden bir sonbahar gecesinin rüzgarına dek saklayan ağaç, uyumak için türlü yollar deneyip alarmın sesiyle zorla uyanmak zorunda kalan insan, batan güneş, kaybolan ay, biten gün... Hepinizden daha çok dayandım. Umudumun her zora girişinde ateşe verdim kendimi, cesaretsizliğin, kayboluşların benden uzak durması için. Bir gülüşün güzelliğine değişebileceğim dünyamı çizdim, yaşayabilmek için sebepler ürettim. Farkettim ki gözlerinin ardından, gidip geldiğim yolların, bindiğim otobüslerin, söylediğim sözlerin, kızgınlıkların ve çırpınışların içinde saçma sapan cümlelerden öte "bir gün" dediğim hayaller vardı.

Hayaller kovalıyordum kimsenin görmediğinden emin olduğum yerlere saklıyordum. Anahtarlarını da sana hediye ediyordum gizli yerlerin. Açtığın yerde en kıymetli şeyin yine sen olduğunu gör diye. Sadece reklamdı amacım, sana senin reklamını yapıp benden kalan son adedi verebilmekti hayalim.

Bir oyun ve bir oyun bozansın bir geceden bir başka geceye sürükleyen... Uyumasını bekledim ama, sanırım uyumuyor sevdan ben uyumadan.

30 Eylül 2010 Perşembe

Kurma Kolu

Buraların en yüksek yerine çıkamadık... Kaç zaman geçti o yazıyı yazmamın ve gerçekleri zihnime okumamın ardından bilmiyorum. Bir hesap makinem var hesaplamak için ama genelde ters çevirip harflere benzetiyorum sayıları. Oyun ve oyuncak işte, bitiyor elbet... Pili, süresi, zamanı...

Uyanıyorum geçen zamanın ardından, kar olmadan üşüyorum, zehir oluyor Ankara'nın kaynatılması tavsiye edilen suları, içmek güç ve zorunlu. Seneler geçiyor alışıyorum, kurbağa olmaya o garip suların arasında.

Kuruyorum, kuruyorum, kuruyorum... Hep o hayal var aklımda.... Hayal kuruyorum, zorluyorum... Kırılıyor kurma kolu aniden ortaya çıkmış bir zamanda.

Dünya..., ben..., hayal..., kırık kurma kolu...

Heyecan sarıyor dört bir yanımı, mümkün mü diyorum içten içe. Beklemediğim ama düşlediğim şey çıkıyor kutudan, eskisi gibi sapasağlam...

Aldığım en güzel gelecek...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Saksıda Dilek Ağacı Yetiştirmek

Her cevap yeni bir soru, soru içeren...
"Sensorium"


Sanırım en isteksizce seninle tartıştım, en çok sana koşmayı özledim. Hep zor anlarımdı koştuğum vakitler. Yanında olmak istedim ama o yerin tam olarak nerede olduğunu hesaplayamadım, aklımda gürültüler koparken duyduğuma inandım sesini sonra cevap olduğunu düşündüm. Cevap olduğunu düşündüğüm şeyler için cevap vermediğini sandım (belki de vermemiştin).

Öyle çok problem vardı ki, her problemde orada olman gerektiğine daha çok inandım, tüm sorunları çözecek güçteydin ama çözmemek için sebeplerin var gibiydi. Tam olarak asla anlayamadım ama beni en iyi anlayan ve sırlarımı en güzel yorumlayanın sen olduğunu biliyordum. Kısa cümleler kurdum, uzun hallerini bilen sendin.

Yardım ettiğinde ya ben alarmı duymamıştım ya da çok geç uyanmıştım. Bugün erken kalktım bir farklılık yaratabilir miyiz ?

14 Eylül 2010 Salı

Referandum'un Kısa Geleceği

... ülke kuzey-güney olarak ayrıldı... 603
... Anadolu, Kirman,Suriye,Irak ve bir kaç beylik olarak bölündü... 1153
... uç beylikleri bağımsızlıklarını ilan ettiğinde bölünmüş ve son bulmuş oldu... 1307

"MEB Genel Türk Tarihi Ders Kitabı"

Millet olarak korku filmlerine gülmeyi meziyet sayar, komplolara inanmaz ve hayatın gırgır boyutuyla daha çok eğleniriz. Bu konuda derin incelemeler yapan bir insan Metin Aydoğan... Yönetim Gelenekleri ve Türkler isimli iki ciltlik bir kitabı daha doğrusu bir araştırması var. Aslında bunun hep böyle olmadığını söylüyor. Birçok sebepte sıralamış, Akdenizliliğimizden tutunda, değişen inançlarımızın getirdiklerine kadar onca sebep var bu politik uyuşukluğun ardında.

Bugün politik uyuşukluğumuzun yanında bir de hiçbirşeyin değiştiremediği özelliklerimizi de görüyoruz. Kamplaşma sevdamız. Bölünmeye, ayrışmaya, grup olmaya ve düşmanlaşmaya olan isteklerimiz. Sosyoloji bunu birçok alt dalda ayrı olarak incelesede ben bunu "takım tutar gibi parti tutmak" olarak gördüğümden "holiganizm" olarak adlandırmak istiyorum.

Kişiler grup olduklarında, ortaya çıkan tablonun sonuçları olumlu yahut olumsuz olsun sonuca yönelik sorumluluğu üstlenmezler. Bir önce ki demokrasi eylemimiz olan yerel seçimlerin öncesinde görüşlerimi belirtmiştim. Ancak bu sefer konuşmadım. Kendimce sebeplerden ve kendimce korkulardan ötürü konuşmadım.

Referandum öyle maddeler sunuyordu ki, "evet" dememeyi düşünmek saçmaydı. Referandum öyle maddeleri öyle şekillerde sunuyordu ki "evet" demek kesinlikle akılsızlıktı. İşte bu harp içinde ben son günlere kadar zihnimde döndürüp dolaştırdım bu düşünceleri. Ve "hayır" demenin şu an seçeneksizliğimin önünde ki en iyi yol olduğuna karar verdim sandık başında.

Bu sırada aynı evrenin yine aynı boyutlarının mahallelerinden birinde kamplaşıyordu insanlar. Evet diyenler ve hayır diyenlere sonraları boykot edenler karıştı. Bir kısım sözde aydınlar, saçmalıklar tarihine "yetmez ama evet" sözcüğünü yerleştirdiler. Kamplar hızla kuruldu saldırılar başladı, videolar, resimler, profil fotoğrafları, twitler...

Sanal kamplaştık, sokakta, kahvede, fatura kuyruğunda konuşmaktan çekindik. Sonra mitingler başladı, "eveeeeeeeeeeeeeeet", "hayıııııır", "eğleniyor muyuuuuz?" gibi çeşitli söylemlere malzeme oldu mitingler. Cumhuriyet'in genç zamanlarının doğuştan asil demokrasisi geldi aklıma güçsüz düştüm bugüne bakınca. Ülkesinde bir terör örgütünün sesi olmuş U2'nun (sonraları kendini bu görevden azletmişlerdir) solistini de bu mitinglerden birisine katmak hayali var mıydı Erdoğan'ın bilemem. Ama olsaydı şaşırmazdım.

Kemalistim ama bir kaç "ok"la değil. "Altı Ok" kadar da değil. Onlardan çok çok daha fazlası kadar Kemalistim. Muhafazakar olmayacak kadar ve muhafazakarlığı boş görecek kadar Kemalistim. Cumhuriyet'e dair bildiği tek şey Atatürk ve İnönü olan sonra da aklına Baykal ve CHP gelecek kadar cahillere, muhalefet olduğu şeye neden muhalif durduğunu ve muhalifliği sadece söylenenlerin tersini söylemek olarak algılayan "muhafazakar cumhuriyetçi"lerden de değilim.

Yobazlardan hiç değilim...

Değişimlere, devrimlere ve onların getirdiklerine "çoğunluğun iyiliği" olarak değil "azami ölçüde herkesin iyiliği" olarak bakanım. Gerekirse tepeden inme, gerekirse halkların ellerinde yücelen depremler her koşulda "azami ölçüde herkesin iyiliği" taraftarıyım.

Bugün bize kabul ettirilen anayasanın ne şekilde yapıldığı ayrı bir mevzudur. Keyfi olarak hazırlanmış, kendi görüşü dışında hiçbir sese kulak asmamış bir paketler bütünü tek seferde sunulup kabul ettirildi. Buna yönelik yapılan açıklama ise "hap gibi tek seferde" oldu.

Muhtemelen sandıkta "evet" demiş olan bir arkadaşım alay ederek sordu.

Bak şimdi karaçarşafa mı soktular bizi? 8-10 senedir şeriat şeriat dediniz hala niye gelmedi?

Bu sözleri duymamın ardında iki sebep var. Birincisi kendisini muhafazakar dinci ve cemaat çatısı altında yarı saydam gösteren bir AKP. Ve yıllardır oylarını sol'dan değil. Muhafazakar cumhuriyetçi kesimden ve "başka seçenek yok" diyenlerden alan CHP.

Öyle bir cemaatçi öyle bir muhafazakar ki, kürt açılımı yapabiliyor, başörtüsü mevzusunu dakikasına çözmesi imkanı varken çözmüyor, istese ülkeye yarın şeriat getirebilecek gibi dursa da getirmiyor. Hep bir erteleme bahanesi hep bir "5 dakika daha uyutayım" durumu var.

Öyle bir solcu ki, kendinden olmayandan ilelebet korkuyor, inanma ihtiyaçlarını partisi üzerinden karşılıyor, rakibini ciddiye almadan, aptal, bilgisiz cahil diye aşağılıyor. Muhafazakarlara laf atarken anlamsızca muhafazakarlaştığını farketmiyor.

Bugün Türkiye bu iki partinin elindedir. Ben ise soruya geri dönmek istiyorum, neden kara çarşafı hala giymiyor kızlarımız ve neden hala şeriat gelmedi. Cevap olarak AKP'linin alaycı kahkahasından ve CHP'linin korku imparatorluğu komplosundan fazlasını verebilirim bireyci değil bireysel bir adam olarak.

"Evet" cevabı vererek çarşaf giymedin ama bu tek kişilik düzenin gömleğini üstüne geçirdin. Artık adım attığın her işte, sadece tek kişi tarafından belki de uyumadan 5 dakika önce verilmiş kararların yazacak geleceğini. Şu an için güzel kanunlar çıkartılacak belki. Ama günün birinde herkese uyacak ama senin hoşuna gitmeyecek bir şey çıktığında "hayır" demek isteyeceksin. İşte bu "evet" oyu senin tüm "hayır" oylarını ipotek altına alan bir imzaydı. Muhalefet olanın dinlenmediği, umursanmadığı ve bu şekilde karşına sunulduğu bir düzenin deneme sürümünü gördün ve güzelmiş almak istiyorum dedin.

Sen şimdi kara çarşafı giymeyeceksin, belki 5-10 yıl sonrada giymeyeceksin. Ama "giy" dediklerinde, "hayır" diyemeyeceksin. Sınavları geçmen için, geçmekten farklı özelliklere ihtiyacın olduğunu söylüyor yeni düzen. Eğer bu özelliklere sahipsen ne ala. Ama eğer elinde zihnin ve seni evde bekleyen orta halli bir ailen varsa isyan etme lüksün olmayacak.

Ben "evet" çıktığında üzüldüm, çünkü azınlıkta kalan ve bu endişelere sahip olan insanlar azdı ve şimdi kendilerini nasıl kollayacaklar yeni sistemden dedim. Sonra ülkem için sevindim. Harita'da sarıya boyalı (nedense tüm TV kanalları sarıya boyadı, HaberTürk ise yeşil ve kırmızıyı tercih etti) alanlar bu düzenle birlikte mutlu yaşayacak insanlardı. Bir şekilde bal tutan adamın elinde ki baldan pay alabiliyorlardı, bir şekilde iş buluyor, çocuklarını mutlu mesut bir gelecekte görebiliyorlardı. AKP çoğunluğun iyiliğini düşünen liberal bir partiydi ve çoğunluk gerçekten çoğunluktu.

Gerçekten mi ?

8 Eylül 2010 Çarşamba

Parantezi Açıyorum (Kapatıyorum)


Önemli beyler ve hanımefendiler...

Değer verdiğim insanlar ve bana ışık tuttuğunu, hayatımın bir noktasında değişim yarattıklarını düşündüğüm kişiler...

Hep böyle mi gidecek ?

Sizinle olan arkadaşlığım, dostluğum, sevgim, yol arkadaşlığım... Nereye kadar devam edecek? Ne zaman bozuk olacak aramız. Belki de nefret edip birbirimizden kaçar hale geleceğiz ? Olur mu olur? Ben aşık olduğum insana söyledim bunları, size söylememde de sakınca yok.

Nereye gelirsek gelelim değiştiğimi ve beni buradan gönderen modüllerin ağırlık yaptığını farketmeye başladım ve bıraktım. Kendim ve sizin aklımda olmanız sayesinde yol alıyorum. Kırılmaca yok, bakalım ne kadar sürecek.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Düşleri Fırçalamak

Bir kaç can alıcı hayata dönüş operasyonunun ardından, deniyorum. Yalnızlığım benim en büyük mabedim. Sesler duyuyorum yalnızlığımın kesileceği duygusu çarpıyor kulaklarıma, endişeleniyor anında da unutuyorum.

Unutmalıyım, pişman olmamak adına ve yorulmadan var olmak adına. Yıllardır özlemini kurduğum şeyi yaşamama ramak kalmışken, tam da istediğim şeye çok yaklaşmışken bir hiç uğruna, iki üç kişilik düşman ordusuna ve üstüme terapileriyle gelmeye çalışan kişisel gelişimcilere aldanmadan ayakta durmalıyım. Durmazsam, yenilen sadece ben olmam, güvenim, kişiliğim ve başarılarım...

Hepsini baştan tamir etmem gerekir.

Sorunları tek çırpıda çözecek cevaplar vardır. Bunlar çoğu zaman elinizin altında olmaz. Yaşam size ders vermek için her ders almayışınızda sizi daha bir dibe sürükler. Hayat, gala geceniz değil sadece kamera karşısında oynadığınız bir oyundur ve film makaraları gerçekten sınırlı sayıda. Üstüne çekebilirsiniz evet, ama yıpranma payını da unutmamak gerek.

Bu anlamda sorunların çözülmesi için elinizde ne varsa kullanırsınız, sorunu yaratan kendinizseniz ders almayı öğrenirsiniz ve işi zamana bırakırsınız. Ders almayı öğrenmeyeceksen eğer, mahallenin delisinden daha az değer görürsün. Akıllı biri olup, deli davranmak saçmalıktır.

Gece yazan kedi, eskisi gibi yazmaya devam edecek. Uzun bir aradan sonra, siyasetin gündemin düşüncelerini de aktaracak. İroniktir ama insanın kafasında onca şey varken onları yazmak zor oluyor. Aynen kafanda hiçbirşey yokken yazmanın zor olduğu gibi.

Ama bir yerden başlamak lazım...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Yüze Sürülü Zafer

- Alıntıdır -


(Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da gazetecilik yapan yazarımız, büyük taarruz'dan bir türlü haber alamamanın sıkıntısını yaşamaktadır.)
"...
Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargahı ile beraber esir olmuş...

Keder insanı öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

Türkleri Büyükada Yat Kulübü’nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar, o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlatılıyor ve Türkler’de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları, çoluk çocuğun çığlıklarıyla geçilmez bir hale geldi.

Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabah ettik. İlk vapurun en görünmez köşelerine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkleri, yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokakların hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? bizimkiler utançlarından evde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışanlar ne idi?

Meğer bütün karargâhı ile başkomutan Mustafa Kemal değil, yunan başkomutanı Trikopis esir olmuş...

Size, kalbin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e iniyormuşuz.

Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.

Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sen ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim.

Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu.(...)

Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batının, vicdanlarımızı ve kafamızı doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 ağustos zaferine borçluyuz.

"Akşam"ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: "elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk!" kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu.
..."

Falih Rıfkı Atay, Çankaya

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Üç Gün Ara Ver...

Gözle görülebilir bir anda vazgeçtim varlığından, hediyeydi bana gelen öyle olmasını, öyle kalmasını diledim. Olmadı...

Her gün dileğimde sarkıt ve dikitlerle oluşacak bir mağara vardı, göz kamaştıran. Çelik bariyerlerle kurulan bir gökdelenin boyumu çoktan aştığını gördüm. Kişi sevdasını başkalarından kıskanır bazen, ben kendi sevdam içinde kendimi kıskanır hale dönüşen adam haline geldim.

Harflerimden küçüktüm, cümlelerim korkutuyordu, yazamamanın kalabalığında boğulur olmuştum bu bitmek bilmeyen sesler sedalar canıma dokunur bir hal aldı. Rüyalardan yorgun uyandım ve ölüm olsa ucunda yazmak gerek dedim. Önce kendi tarihimi sonra seninkini...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Yüksekten Düştüğüm Rüyalar


Farklılıklar düşlemiştik rüyalarımızda, hayallerimiz olacaktı küçük bir evin mahzeninde sakladığımız ve çıkaracaktık onları yalnızca misafirler geldiğinde. Bir pırıltıya ihtiyacı olacaktı tüm dileklerimizin. Gelecek, geldiğinde el koyacaktı pırıltılarımıza "güzel bir gelecek" reklamlarında kullanmak için.

Aydınlıklar düşlemiştik, gözlerimizin kamaşacağı, birbiriyle yarış halinde olan, bastıkları her adımda notaların kıskandırdığı. Yürüyüşler görecektik yeşilin içinde maviye varmak amaç olacaktı ama biz yalnızca güzele varacaktık en sonunda.

Karanlıklar yoktu işin içinde, maziden gelen yaşlı bir neferin alıp getirdiği... Emanetler yoktu, sorumluluklar değildi içimizi burkan. Gözlerimizde hissetmemeliydik tuzu yakan denizi, ağır bir orman dikilmemeliydi midemizin tam ortasına yumruk yemiş bir ağrı eşliğinde. Gece hiç bu kadar ağır olmayacaktı.

Özlem, yalnızca fon kartonuna çizilmiş anaokulu afişlerini eve götürürken sarmak istediğimiz paket lastiğine karşı olacaktı. Arayıp bulamayacak, dertlenecektik. Özlem, sevdiklerimize karşı olmayacaktı, sevdiklerimiz bir yanımızda dünya ise hemen başucumuza soyup koyduğumuz portakalın yanında...

Dileklerimiz olmalıydı, yalnızlığımız değil. Sevgimiz olmalıydı, mantığımız değil. Kaybeden olmayacaktık, bulunan olmaya razı olmak değil...

6 Ağustos 2010 Cuma

Oyun Hamuru İsteyen :)


Daha önce ki yeniliğimizi "Kuru Boyalandık" başlığında vermiştim yine bir yaz günü. İşte yine bir yaz günü ve bu sefer ortaya en çocuksu yanımızı çıkarmak kalmış olsa gerek ki bu sefer de elimizi hamura buladık.

Umarım değişikliğimiz beğenilir hoşa gider. Her sefer söylediğim gibi Emel'in bu tasarımın ortaya çıkmasında ki emeğini de hala unutmadım. Herkese teşekkürler.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Yalan Hasadı

İlkin yalan söylemesini öğrendim.
Sonra yalan söylemesini öğrendim.
Dışımda ne oluyorsa, içimde ne varsa
Söylemesini öğrendim.
Özdemir Asaf

Aslanlar gibi yalan söyleyemem, çok yalanlar söyledim belki ama idam etmedim insanları yalanın ipleriyle. Gözlerin içine bakmadım söylerken, çok bakıldı gözlerimin içine sahte sunuşlar süresince. Şuursuzca, hınçla hani dedim ya aslanlar gibi tadını çıkarta çıkarta "yalan" söyleyen "gerçek" dostlar gördüm kaçtım.

Mütevazi bir adam değilim, hiç olmadım, olmak maksadında da olmadım. Söylediklerimin, yapabildiklerimden az olduğunu biliyorum sadece. Gereksinim edinmedim söylemeye daha fazlasını sahte işlerinize beni koşmamanız için.

Yatsı vakti elbet gelecek, yeni mumlar yaratın eskisini korumak için, sizinle birlikte yeni mumlara ateş tutacak cengaverler edinin. Düşünüyorum da elbet sönecektir olur da sönmezse cüzdanında taşırsın dostlarını.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Uçmayan Dairelerimiz

Password is : Fight the Future

- Three Words-

Koşup yetişemeyeceğini bildiğim, geçmenin ancak kırmızı bir hattın ardında var olmakla mümkün olacağı bir yer. Bilmediğini hayal etmezsen, birşeyin varlığını ön kabul olarak kabul etmezsen kirlenmezsin. Dünyanın çamuruna batmazsın. Tertemiz başladığın dünyaya hem kimseye saldırmadan hem de kimseye boyun eğmeden bitirebilirsen eğer tertemiz bitirmiş olursun. Ve kimsede seni umursamaz.

Dünya bizim bir renge boyanmamızı istiyor, kendimize oluşturduğumuz en özel, en derin, en kendi bölgemizi çevrelediğimiz kırmızı hattı oluşturmamızı istiyor. Milyonlarca insan, milyonlarca sır...

Günümüz evreninin fiziki-ruhi-medikal şeytan üçgeninde yer alan her birey gibi canlarımız yandığında renklere veriyoruz kendimizi. Ruhumuzun karanlığa olan tarafını bazen bir silahla bazense masumane olduğumuz dualarla açıyoruz. Her davranış varlığımız bir başkasına yahut başkalarına üstün kılmak maksadını taşıyor. Maksatlarımız varlığımızın sürekli ön plana çıkmak isteğine kolayca yanıt veriyor. İstenilen adrenalin kana basılıyor, gerekirse ruhi olarak kişisel gelişim planları yaptırılıyor yada bir psikolog size ne kadar özel olduğunuzu telkin ediyor (kimi zaman bir din adamından farksızlar) eğer hepsi yetersiz kalırsa size herkese vermediğini sandığınız birşeyi hediye edecek. Medikalleri, renkli renksiz küçük hapları.

Kırmızı çizgileriniz genişleyecek, kırmızı bir ev, kırmızı çocuklar ve kırmızı telefonunuz özelleştirdiğiniz hayatınızda sosyalist tavırlar edineceksiniz. Gözünüze anlamsız gelen her kelimenin, her düşük cümlenin, her hatanın aslında sizde ne kadar yer ettiğine şahit olacaksınız. Birşeyler sizi anlatıyor ama seste parazit var. Bedeninizin yansıttığı gerçekler, size söylenen sizin yalanlarınızı parazitliyor.

Kaçabilir misiniz ?

Gelecekle savaş.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Geleceğin Zeytin Ağaçları

Kimse geçmişini geride bırakıp yaşamına yeni bir çizgiden devam edecek kadar güçlü değildir. İhtiraslarınız ya da en basitinden huylarınız sizi bu yolda derin hendeklere devirmek için çabalayacak elbette devireceklerdir.

Mutlu bir anınızda geçmişten bir telefon,iş dönüşü karşınıza çıkan eski bir tanıdık, gözlerinden nefreti okuduğunuz günleri hatırladığınız ve sizden saygı bekleyen bir patron yahut kimliksiz koca bir ordu.
Geçmişimin kavgalarını unutmak istiyorum, bir ömrü okyanusu kıyıdan takip eden bir kaşiften fazlası olmak istiyorum, her gürültünün ardında ipuçları toplayan, hayallerinde eninde sonunda sadece kendini bulan kişi olmak istemiyorum. Toprağa çapasını vurmadan çıkacak sesin metalik olacağını tahmin etmekten ve her tahmininde haklı çıkmaktan yorulmuş bir çiftçiyim. Ürünlerimin hasadını görmek istiyorum.

Hayır bunu düzeltemezsin.

Bunu dediğimde, bunu diyenlerin karşısına "düzelttim" diyerek çıkmak hissini taşıyorum. Hayat sadece senin değil birçok insanın ortaklığında yürür diyenlere "ben yönetiyorum" diyeceğim günü bekliyorum.

Karanlık her bastırdığında bir başka güneşin yolda olduğuna eminim. Onun beklediğim güneş olacağının heyecanını yaşarken yine de endişeler yaşıyorum güvenilir dostum gecenin gizlediği korkan tarafımda.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Oyuklardan Sızan Su

Neden yarım kalan işlerimize devam etmek hiç başlamayanlara oranla daha sıkıcıdır. Biten tüm olguları yeniden açmak heyecan yaratırken neden binlerce yılın duygularını yaşamak daha yorucudur. Olmayanı oldurmak, imkansıza ulaşabilmek hep daha çekicidir. Ve belki de daha insanidir. Peki ya delilikler.

Çok akıllıca davrandım sanırım dediğimizde aslında yaptığımızın ne büyük aptallık olduğunu çok zaman farketmedik. zihinlerimizde kazanılar zaferlerle imzayı attık olmayacak işlere. Bir ömürlük sözler verdik kısacık geçmişlerimize hatanın dönülemeyen noktasında acaba bu sırada kar var mıdır diye oturduk bir kaldırım taşına düşünüyoruz.

Düşünüyoruz...

Düşünüyoruz...

Düşünüyoruz...

16 Temmuz 2010 Cuma

Gece Körlüğü


Sıcak.
Sıcak bir gece.

Gereksiz bir uyanma ve ardından çıktığım sokak. Sesini duyduğum tek şey geri kalan tek işlevi doğaya karışmak olan el ilanlarının rüzgarda savruldukça bıraktığı ses. Gecenin ortasında kendime bir misyon biçiyorum tepeye doğru yükselen bayırın ucunda ışıklarını gördüğüm büfeyi kestiriyorum gözüme. Bir Opel'in hızla geçişine söylenecek oluyorum kuruluktan yapışan dudaklarımı açmaya üşeniyorum.

Konusu bir anda soyut bir sözcükle toplumsal eleştirilere giden makalelerden öte, mutluluğunu bir canavara rüşvet olarak sunmuş kentin, zevklere boğulup huzurdan ayrı düşmüş, neşeye vurulup sevgiyi unutmuş insanının yürüdüğü kaldırımlar bunlar. Sabah olacak okula giden insanlar saracak, akşam ise günün yaşanan sürtüşmeleri taşınacak bir yerlere. Kimi yollara dökülecek, kimi bir trafik kazasına kurban gidecek, bazısı evlere taşınacak geri kalanlarsa termodinamik yasalarının unutkanlığına eşdeğer bir biçimde can yakacağı ödeme günlerinin gelmesini bekleyecek.

Şehir ucunu bucağını göremediği aşkın hesabını isteyecek adamından, rüzgarda yere düşen saksının hesabı ise gelecek güne kalacak. Topraklar henüz yaşken alınacak hesaplar, gece kin tutarken, ağır davranırken güneş gelip hesap isteyecek onun bıraktığı izlerden.

Yaşam ödeme günlerini geleceğe bırakan bir saatli bomba kıyamete kurulu olan. Ve tepedeki büfe daha ben yolun yarısındayken ışıklarını kapatan dönüş yolunda kendisine sakınmadan söylediklerimi asla bilemeyecek olan bir adam tarafından işletiliyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Sefere Çıkmayan Ordu

Diyalektiğini büyüsünü içinde taşımak kimi zaman sizi tanrısal bir gücün sahibi yapar ya da o hissi verir yahut sizi sadece kendinizden oluşan bir ordu olmaya sevk eder, savaşmaktan başka bir şey bilmeyen ve eninde sonunda hep yalnızlığa mahkum olan tarafsızı oynatır.

İçinizde hem iyinin hem de kötününü neferlerini taşımak, tespitlerinizde disosiyatif bozukluklardan kaleler yapmak sizi kimseye karşı ele vermez ama hep öldüğünüz günün yalnızlığını taşırsınız size ait olduğundan dahi şüphe ettiğiniz bedende. Sizin için gülecek bir çift dudak, size ağlayacak gözler, sarılacak birisi ve akşama da birşeyler yiyebileceğine dair bir sigorta arayışı... Tüm hayatımız bunun üzerinden geçerken bu ruh size bunların hiçbirisini garanti etmek derdinde olmayacak, size birşeyler sağlamanın beklenen olmadığını gösterecek. Beklenen yıllar sonrasını hedefleyecek yarını ya da bu akşamı değil.

Gecelerin, gündüzlerden gürültülü sürdüğü ve akılda bir parıltıdan fazlası yorgunluğu bıraktığı zihinsel olarak güç ve düşkün günlerdeyiz, aklımızdaki şeytanların sıcaktan kendilerini kaldırmaya hiç niyetleri yok, meleklerimiz ise her gelen güzel esinti gibi çabucak gitmeye meyilliler. Zaman hangisini seçeceğimizle değil hangisi olacağımızla ilgileniyor.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Kozadan Son Çıkış

Sensiz neyleyim dalda çiçek,
Günler yıllara oldu denk.
Kapıda nöbete durdu yaşlı seyis,Salına salına geldi aşk-ı haber.

"Gel" diye seslendiğin yerden gelmiyor her saniye hayat, bir incelik sunamıyor belki de günden geriye kalanlara her hissettiğim notada. Ancak elbet cevabını veriyor, uzun uzadıya geçen günlere, bir kemanın sesine ya da sadece karıncanın bin tane karınca arasında farkedilmese dahi görevini gerçekleştirmesi onuruna. Bu denli sıcak kanlı, bu denli de sorumluluk altında geçti günler.
Hayatın aniden değişmesine şahit olmak isterseniz bana bakmayın, her değişimin altında binlerce kozasını bırakmış yorgun bir tırtıl görürsünüz, neşeyle zıplarken hem de.
Kelebek olmanın zamanı gelmedi mi ? Bir başka kelebeğin gönlünde yer etmenin günü gelmedi mi ?

Büyüdün mü çocuk ? Bu soruyu soralı öylesine çok zaman geçti ki... Cevabını hala bilmiyorum büyümüş olmanın mutluluğunu da yaşamıyorum değişim olgusunun zorluğuna katlanmaktan. Sinyaller yolluyordum batan bir gemiden, telsiz cızırtıları eşliğinde, paniğim ceplerimde koşturup durdum sağa sola, yavaş adımlarla koştum...

Dedim ya kelebek olmanın zamanı gelmedi mi ? Buradan kaçmanın ve batan gemiyi anlamsızlaştırmanın geçen zamanı bir başka zamanda dondurmanın vakti gelmedi mi ? Geleceği hayal etmenin, basit hayaller içinde mutluluğu ve sade bir huzuru düşünmenin vakti gelmedi mi ?

Kelebek olmak ? Büyümek ? Çocuk ? Sevda ?

Aşık mı oldun çocuk ?



11 Haziran 2010 Cuma

Son Şule

Bir tanesini dahi yansıtamadım, güldüğünü göremedim çok ıslaktı ortalık açılan bir adet kapıdan göremedim kesilen damarları her bir sürtünmede çıkan ses sonsuzda kaybolacaktı dilimde konuşan dünyanın belki de diğer bir ucunda.

Uğranmış duygularım rahatsız, yalvarır sinirlenir ve adalet peşinde koşar upuzun bir gündüzün ardından, tam arkasında en arkasında belki de gölgesinde saklanır sevginin gizli kalmış nefreti. Özlem, hasret ve nefret aynısı içindir bir garip siyah hediye edilenin karmaşasında gözlerim buğulanmış, özgür kalmış ağlamaklı bakan bir nefes arar bulamaz. Hiç bulamadığı gibi. Ardında bıraktığı binlerce gecenin farkında sadece gözleri şekilleri arar sadece bir basitlik, bu basitliğin ışığında bilinmedik bir ezber herkesin bildiğini ama söylemekten korktuğunu. Bir cam ortaklığının sonuna varan yılların en küçüğünün biteceği yeri arar, gözlerim değil gönlüm arar kalbim arar. Sonra bakar gökyüzüne bir kez daha, yaz ortasında hüzünleri tutar en çalışılmayacak anın maviliğini önce beyazlar ardından karalar kaplar. Umut gibi nefret gibi, öylesine içiçe öylesine nefret dolu..

Anlamsızlaşıyor yazdıkça cümleler gözlerinde buğular ve pencereler, duvarların olmadığı bir diyarda neden pencereler diyorum, yıkıyorum bir bir hepsini canım yanıyor benden kırılıyor parçalar sanki, sonra baktım ki yıkılan ben olmuşum her canavarın kapıma uğradığı anlarda. Gelecek nasıl gelirsen gel göremeyeceksin yüzümde o beklenen perdelerin en güzel bitişini...

4 Haziran 2010 Cuma

Gümüş Nitrat

Yolları özledim, yerleşmeye başladığımı hissettiğimde.

Herşey geçiciydi aslında yine yollar gibi, otobüslerde verilen çay kaşığı yahut ıslak mendil gibiydi hayatım. Tek kullanımlık... Yanıma oturan yolcu gibi, durulan duraklarda içilen çaylar gibi, benim gibilerle yapılan muhabbetler gibi. Herşey tek kullanımlık. Durumdan rahatsız değildim gitmek üzere geldiğim bu coğrafyaya varışımda ve ayrılışımda. Hiçbirşey varışlar kadar acımasız ve mutluluk verici değildi çünkü.

Kaybettiğimde çok ağladığım bir dostum gibisin, geçici diye gözlerinin içine bakmaktan çekindiğim, samimiyetini buradan buharlaşıp güzel coğrafyalara yağmur yağdıran bulutlar gibi düşündüğüm aldatıcı bir dost sandığım. Ama neşenin, buhranların, can acısının en derinini de birlikte hissettiğim, sadece ayrılırken hayatımın parçası olduğunu farkettiğim kopuşu can yakan ve varışları bir yolculuk sonu gibi olan. Sevilen, bulunamayan, bulunduğunda göremediğin... Bir o kadar değerli bir o kadar kayıp...

Her anını fotoğraf hassasiyetinde yaşarsan eğer göz yaşlarının değeri saklı kalır kimi negatif gümüş iyonlarının ardında. Fotoğraf filmleri gümüşün nitrattan oluşur, en ufak ışık parçacığı onu o parlak halinden alıp karartır ya da en basit anlatımıyla paslandırır. İşte fotoğraf adına karşımıza çıkan da budur. Bir anıyı geleceğe bırakmak adına kıyarsınız bir güzelin canına. Bembeyaz açılmış sayfalara yahut henüz kötülüğe mezar olmayı dilemeyen bir kalbin ardına.
Bu şekilde girmiş kalbine birileri, senin sana dair olanını senden senin isteğinle alıp kullanmış.

İyi mi kötü mü ? Doğru mu yanlış mı ? Kaç gerçek var arkasında? Kaçı yerli kaçı yersiz ?

Korkuyorum bir sonra ki notanın bozuk basılması olasılığından, korkuyorum her kazanışların ardından yitirmelerin gelmesi endişesinden. Ama mutluyum gözyaşlarının ardında paslanan gümüş nitratlardan.

Diyeceğim o ki korkmasak keşke... Örümceklerden.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

İsrail'den Türkiye'ye İki Yüzlüler Dünyasını Sorguluyoruz

İnsanlık kendi tarihiyle yaşıt bir süredir kendini sorguluyor. İnsan nedir ? Ne düşünür? Ne yapar? Neden?...

Neden? Onca yaşam olasılığı mevcutken ölmeyi ve öldürmeyi seçer ?

İşte bugün tüm bu soruların çok dışında çok gerisinde kaldık.Çünkü insan öldürdükçe yaşam bulan bir varlık olduğunu düşünmeye başladı, bilim ona ölümsüzün umudunu sunarken, dinler ona her fırsatta ölüm sunmayı telkin etti.

İki yüzlülüğümüzü sorguluyoruz...

Sosyal paylaşım ağında bulunan hesabımı ve iletilerimi inceledim, elimin altında bulunan kısıtlı sayıda televizyon kanalını, yabancı yayınları da atlamadan takip ettim ve İsrail'in yardım konvoyuna saldırdığı vakitten bu yana yarım gözlerle savunmacı bir dinlemeyle olayların ayrıntılarını okudum. Avrupa ülkelerinin olaylara, günlerce süren fok katliamları haberlerine oranla sadece 1-2 dakika sürmeyen gündemler yarattıklarını gördüm. En çok "umut" adam Obama'nın konuşmasını bekliyordum. "Ölenler için üzüldüm." dedi kendileri. Bir politikacının yine politikalara sıkışmış sözlerini ve seçilmiş olan değil seçtiren kişi olduğunu gördüm farkettim. Onca eleştiriye rağmen başkanlığa oturmuş bu adam, söylendiği gibi bir "house nigger" ya da Türkçe manasında beyazlaşmış bir zenci. Yaşadıklarını unutmuş, korkak Amerikalı ahali elinde çürüyen neslini, unutmuş ve bugün o konuşmayı yaparak "dream"in can alıcı güzelliğini yok etmiştir.

Amerika sessiz, Avrupa sessizdir, Lidya pazarlarında kurulan binlerce yıllık lanet susturmuştur onları.

Türkiye ise tam da kendisi gibi kozmopolit bir yapı yansıttı, bakanlar çıkıyor büyük söylevlerle başlayan konuşmalarını, "gemiler sonuçta devlete ait değildir bir engellemenin olacağını biliyorduk ancak bu tabi abartılmıştır" diyerek insiyatifi olabildiğince üzerinden atma beklentisi içindedirler. İlk defa iktidar ve TSK aynı sözü edecek raddede işbirliği yapmışlar ve olayın İsrail kara sularında değil uluslararası sularda olduğunu bilmeyecek kadar cahillikle, sorumlulukları üzerinden atmaya çalışan demeçlerde bulunmuşlardır. Düne kadar İsmet İnönü'ye ki arka planında Atatürk asıl hedeftir, ileri geri konuşan ve eleştirilerin dozunda şaşan insanlar bugün onun Lozan'da gösterdiği diplomatik başarının zerre kadarını göstermekten aciz kalmışlardır. Bir kaç gün Cumhuriyet'e umut olmuş ancak adeta uykusundan yeni uyandırılmış gibi konuşan, cümlelerini başkası yazmışçasına hecelemekte zorlanan ve bunca insanın umutlarıyla oynayan muhalefet lideri Kılıçdaroğlu ise bir kaç dakika bilindik söylemleri tekrarlamış ve yerine geri dönmüştür.

Peki ya halk? Halkın kendisini gösteren sözde aktivistleri, bugün iki yerdeydi, İstanbul Taksim'de ve Sosyal Paylaşım Platformlarında (Twitter, Facebook..). Bekleneni yaptılar hem de hiç şaşırmadığım şeyleri tekrarladı bu insanlar. Caddedekiler, İsrail bayrakları açtı, dini sloganlar eşliğinde sakallarını burarak bağırdı, konsolosluklara saldırdı, öfkesini dindirmek için bayraklar yaktı bir gruptan beklenen tüm fevriliği Türkiye'ye özgü "taraftar taraflılık" içinde gösterdi. Diğer grup ise öncelikle profil fotoğraflarını değiştirdi acilen, Filistin bayraklarıyla yapılmış çeşitli görselleri taşıdılar sayfalarına ardından ise "kahrolsun" paylaşımlarında bulundular biraz sonrasında boykot listeleri geldi, her ihtiyaç anında ceplerinden çıkardıkları bir kaç ürünün markasını içinde barındıran muhtemelen kullandığı bilgisayarın dahi kanına girmiş olan küçük kardeşin fabrikasında çalıştığı bir kaç marka hemen paylaşımlara sunuldu çok geçmedi geçmiş hatıra geldi. Adolf Hitler'in sözü geldi akıllara "bir gün öldürdüğüm her yahudi için bana şükran duyacaksınız- ve bu söz paylaşımlarda zirveye ulaştı, ülkem insanı dökülmüş kanı, katledilmiş insanları, tüm dünya onu soykırımla sorgularken bir soykırımı destekler hale gelmişti. Kanım dondu... Siyah - beyaz ekranda kırmızı elbiseli küçük kızı aradım, fırınların birinde tekrar yanmış olmalıydı. Ve o tanıdık ifade belirdi ekranlarda, "SAVAŞ ÇIKSIN" bahanelerle destekleniyordu birde bu söylem, İsrail'in yanına kalmasından, yeniden Cihad'a varan sözlerdi bunlar. Yorumlarda ise Türkiye'de de nükleer var konusuna kadar gitmiştik. Oysa üzerinde yaşadığımız kutsal vatan toprağının önderi Mustafa Kemal Atatürk "zaruri olmadıkça savaş bir cinayettir" demişti.

Savaş bugün zaruri değildir, akıllı olan ve diplomaside cesur olan istekli bir devlet için diplomasi çok güçlü bir çıkış yoludur, üstelik bu medeniyet çevresi, olası bir savaş durumunda üstümüze çökmek üzere kurgulanmıştır ve bu ülke insanları kendi toprağının dışında savaşmaktan yorgun düşmüşlerdir. Oysa bizim şehitlerimizde var, artık televizyon kanallarında isimleri dahi okunmayan, 4 şehit, 10 şehit 20 yaralı olarak adlandırılıp bir kaç saniyeye sıkıştırılmış şehitlerimiz... Hiçbirisi için Taksim'de bir tane dahi eylem yapılmamış, yanan yürekler için başbakan kıpkırmızı olana kadar bağırmamış, yıllarca PKK'yı "özgürlükçü asiler" olarak tanımlayan Avrupa'ya van münüt denmemiştir. Onlar "Gökte yıldız, yerde arslan" olamamışlardır kimsenin gözünde, mehmetçiktirler ve ölmüşlerdir sadece hatırlara gelir annelerinin yüreğinde ve bir de istatistiki verilerde.

İki yüzlülüğümüzü sorguluyoruz ey istatistik-perverler... Son iki haftada 33 şehit bunun iki katınca yaralımız var, bahsi geçen örgütlerinin liderleri 31 Mayıs milat olmak üzere ülkeye kan kusturacaklarını söylüyor, diz çöktüreceğini söylüyor milletin vekili dağların avukatı. Hani yüzün nerede, hani boy gösterdiğin meydanlar, hani nerede intikam listelerin. Bak bana dediğimde bakacak yüzün var mı ki sözde dindar katliam meraklıları? Masum insanları katletmek, kızlarına salyalar akarak tecavüz etmek ama girdiğin her yerde de haklı olarak çıkmak, mağduru oynamak senin işin. Sen "güvercin korkaklığına" saldıransın, sen kapattığın dört duvar arasında ki insanları düşüncelerinle yok edemediklerini bağnaz ateşinle yok edensin, sen katilsin her yerde gördüğüm yüzüne tükürülesi bir katilsin. Sen kendini aktivist sanan gençlik, Facebook'ta at koşturmayı siyasi arena sanan cahil gençlik, düşünmeden üretmeden, üretmediğini paylaştım sanan gençlik onlar katilde sen nesin ?

İki yüzlülüğümüzden utanıyorum, bu kutsal toprakların sizlerin kanlarını beslemesini düşündükçe onu kendine esir eden sizlerden utanıyorum, kılını kıpırdatmadan yaşayanların düşünemeyenlerin tümünden zavallı ülkemin düştüğü aciz durumdan ve ondan nemalanan çok bilmiş dünya halklarından nefret ediyorum. Nefretim özgür bugün, ben değil.

İki yüzlülüğünüz sorgulanmıştır.

30 Mayıs

"Yaşlı bir adam ölür, küçük bir kız yaşar. Adil bir anlaşma."
Sin City

Sorguladığım güne hoşgeldin, hoşlanmayacağın şeyler haykıracağım çekiç üzerinden örs ve üzengiye ardından da zihnine. Eleştirdiğim güne hoşgeldin, seni gülümseten sözlerim üzerine düşünmeye, samimi oluşunu reddedişime ve yalandan yapılmış kalbini kırmak umuduna.

Gözlerini çıkarıp bedenine saplamaya, verdiğin tüm sözlerine hitaben, yalan söyleyen ifadelerini ezmeye geldim. Hissizleşmeyi değil hissettiğimi hissediyorum, nefret ve hayal kırıkları incitiyor bedenimi, zarar veriyor şimdi sirke, küpüne. Belki boğum boğum olacak ruhun her kelimemle belki sesini kısmayı tercih edeceğin bol cızırtılı bir radyo kanalı olacağım her düşümde. Ama canını yakmak istediğim bir gecenin içindesin.

Vazgeçtiğim gecedesin. Kimsin bilmiyorum, çoksun tek değilsin, yoksun ama varlığın yetti. Bittiğin gecedesin, adına yazılacak sözlerin ertelenmeyip sone eriştiği gecede.

Bir susarsın, gece konuşur, zihnim konuşur, ben konuşurum, konuştukça anlarım duyarım...

Susarsın, sustururum...

11 Mayıs 2010 Salı

Deniz Baykal'ın Ardından

Çevrendekiler haksızca seni suçladıkları zaman sen soğukkanlılığını koruyabilirsen,

Herkes senden kuşkulandığı halde onların bu kuşkularını hoşgörü ile karşılayabilir ve kendine güvenini yitirmezsen,

Bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan ya da senden nefret edenlere nefretle karşılık vermezsen ve gene ne çok iyi görünmeye çalışır ne de çok akıllıca sözler söylemezsen,

Hayaller kurabilir, ama bu hayallerine tutsak olmazsan,

Düşünebilir, ama düşüncelerinin esiri olmazsan,

Zafer ve felaketle yüz yüze gelir ve bu ikisini de aynı şekilde karşılayabilirsen,

Söylediğin doğru sözlerin düzenbazlar tarafından değiştirilip kafası çalışmayan insanları aldatan bir tuzak haline getirilmesine dayanabilirsen, ya da hayatını adadığın şeylerin bir anda yokolmasını seyredebilir ve durup eskimiş aletlerle onları yeniden kurabilirsen,

Bütün kazançlarını bir hamlede şansın kucağına atıp kurban edebilirsen ve sonra sil baştan başlayabilir ve yitirdiklerinden ötürü hiç yakınmazsan,

En kötümser halinde dahi yüreğini, sinirlerini ve enerjilerini yeniden seferber edebilir ve amacına ulaşmak için çabalayabilirsen ve sana kendi iradenden başka "dayan!" diyecek hiçbir kimse yokken gene de dişini sıkmasını bilirsen,

Cahillerle haşır neşir olduğun halde erdemlerini koruyabilirsen, ya da krallarla birlikte olduğun halde kibirlenerek sağduyunu yitirmezsen,

Herkese değer verir, ama gene de kimseye fazla güvenmemeyi öğrenmişsen,

Her bir dakikanın atmış saniyesini yararlı işlerle doldurabiliyorsan,

İşte o zaman, dünya da içindeki her şey de senindir, hatta daha da ötesinde, oğlum sen adam olmuşsun demektir.

Rudyard KIPLING



Deniz Baykal yıllar önce çocukluğundan bu yana getirdiklerini işte bu biçimde aktarmıştı Can Dündar'a. Bugün de televizyonlara verdiği cevabın arkasında Kipling'ten yapılan bu alıntıdan ötesi yok. Türkiye siyasetinde "hizipçi" olarak tanımlanan bir adam, siyasetin hizip olmaktan öte bir ahlaki katliamının kurbanı oluyor.

Deniz Baykal'ın CHP'den ayrılmasını siyaseten sağlam bir düşünce düzeyine eriştiğim günden beri istiyorum. Baykal'ın partiyi toparlayan isim olduğunu, onun dışında kimseye ondan öte güvenmeyeceğimi, ondan öte bir siyasi birikime kimsenin sahip olmadığını bilmeme rağmen, politik yıpranmışlık ve yıpratılmışlık, başarısız muhalefet ve aman vermez bir "kale particiliği" özellikleri var olduğu için gitmeli diyordum. Ancak bu şekilde değil...

Silivri Cezaevi bugün akademisyenlere, vatan için çabalayanlara ya da en kötüsü vatan için çaba sarfettiğini düşünenlerin olduğu Cumhuriyet'in diri diri gömüldüğü bir mezar bir Bastille kalesi... II. Dünya Savaşı'nın adından en çok söz ettiren diktatörü Adolf Hitler göreve bir toplumsal buhran sonrası gelmiştir, çeşitli türden bahanelerle on yıl içinde muhalefeti dize getirmiş,gazeteleri kapatmış,kendinden yüzlerce yıl önce yazılmış kitapları yaktırmış,aydınları kurşuna dizdirtmiş, en basitinden hapse attırmıştır. Kararı ise anayasalara "muhalefet yasaktır" sözcükleriyle geçmiştir. Bugün 2001'de buhranlı bir dönemde seçimle başa gelen Tayyip Erdoğan , medya patronlarına üç ayda bir fırça atmakta, MEB'den YÖK'e kadar her kurumda ayrı "sansür" ve "yerine koyma" politikaları yürütmekte ve muhalefet edenleri bir punduna getirerek suçlarını senelerce öğrenemeyecekleri parmaklıklar ardında bırakmaktadır. Ancak burada anahtar kelime punduna getirmektir. Dokunulmazlığı olan bir adamı, yine halkın oylarıyla orada bulunan bir adamı indirmenin,susturmanın yolu nedir ? Elbette ki çirkin olaylardır.

Bir "insan"a yapılmıştır bu eziyet ki gerçek olup olmadığı da zerre umurumda değildir.Bu öyle bir durumdur ki siyaseten parçalayamadığınız insanları bu şekilde yok etme yoluna gidersiniz. Mehmet Sevigen'de partiden bu şekilde ayrılmak zorunda bırakılmıştı aylar önce TV kanallarımız istifa çağrılarıyla inlemişti, Sevigen partisinden dahi bu seslerin geldiğini duydu ve istifasını verdi. Yargı yolunda geçen ayların ardından yayına verilen kaset sahte çıktı.

Peki suçluya ne oldu ? Yani ne kadar ceza aldı ki bu yılları dakikalara gömen adam : 4 ay.

4 ay, Türkiye'de bir adamı bitirmenin bedelidir. Ve 4 ay Türkiye'de infazı yapılmayan bir karardır, para cezasına dönüştürür ve başınız dik cezamı çektim der gidersiniz. Yuvalar yıktın, canlar yaktın, bu ahlaksızlığı nasıl yaptın diyemez kimse.Çünkü demişlerdir haketmedikleri bir adama aylar önce...

Yani sizi ahlak bekçilerine ve onların tükürükler saçarak şahsınıza küfreden yardakçılara maruz bırakmanın Türkiye'de ki bedeli budur.

Baykal partisini korumak ve yıllar yılı sürdürdüğü "etik" siyaseti korumak dileğiyle partisinden ayrıldı,bu ayrılmaya sebep olan mahkemeden önce muhakeme eden köşe yazarları, tv programcıları ve bizleriz. Bu durumları onaylamak keserin sapının bir gün bize vurmayacağını, bu lanet bumerangın bize de dönmeyeceğini göstermez aksine bunun bize elbet ucunun değeceğine dair kanıt sunar.

Hangimizin çarpık ilişkilere sahip olmadığını iddia edebiliriz ki ? Ahlak bekçilerinden tutunda sesi TV'lerde bangır bangır yankılanmış kodamanlara kadar, her gün yanından geçtiğiniz belki tanıdığınız belki tanımadığınız insanlardan birisi, sadece birisi diyebilir mi ki "benim tüm görüntülerim yayınlansın tv'lerde gazetelerde ben yine başı dik çıkarım diye" ya da şu büyük sözü edebilir mi? "Hayatımda utanacağım birşey asla yapmadım."

Nihayetinde insanlıktır bu. Dünyanın çehresini değiştirecek güce sahip olur ama bir zaafınıza yenilip herşeyinizi bir günde teslim edersiniz.

Baykal'ı sevmeyenler bugün onun gitmesinden memnun. Bir vesile oldu gitmiş oldu, eğer olurda parti bu süreçte dağılmazsa daha güçlü olarak çıkacaktır siyaset meydanına çünkü Baykal sonuna kadar dürüst ama siyaseten döneminin gerisinde bir yeteneğe sahiptir.


O, İsmet İnönü'yle, Bülent Ecevit'le boyun eğmeden siyaset yapan bir
siyasi disiplinden gelen neslin son çocuğudur.Bürokrat değil Zincirbozan'dır.Ama aynı zamanda bir dizi ahlak bekçisinin ellerinde yok olan adamdır, bu onun değil bozulan düzende bizim de sorunumuzdur.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Silinen ve Yazılanların Ardından : Kadının Adından Günümüze Kalan

Geçen buzul dönemi arkeologlar için yanmış küller, mağara içi yerleşimlerin varlığına dair kanıtlar ve toplum bilimciler için medeniyetin ortaya çıkışına sebep olacak bir çatışmaya ya da sadece yerini devretmeye bıraktı.

Güçlü kas yapısı, kalın ve tüylü deri, çiğ et yiyebilecek kadar geniş bir bağışıklık ve sindirim sistemiyle Avrupa menşeili insan... Zayıf, kolay hastalanabilen, ince ve genelde tüysüz derisiyle soğuklara karşı daha dayanıksız, sağlıklı yiyecekler yeme ihtiyacı bulunan hatta bariz kas eksiklikleriyle doğan ancak daha zeki ve araç yapımında usta olan Afrika kökenli insan... Modern bilim henüz aralarında bir çatışma olup olmadığını, olmuşsa da hangisinin ne biçimde kazandığını tam anlamıyla bilmiyor, ancak Mısır'dan bereketli hilal'e oradan da Avrupa'ya giden bu insanın diğeriyle karşılaşmamış olması imkansız. Teoriler, birçok zamanlar öğrenebilmenin ve öğrenmenin paha biçilemez değerinin bu kazanışı sağladığını ileri sürüyor, dünyanın diğer yarısının tarih sahnesinden silinmesine sebep olan buruk bir zaferden söz ediyoruz. Ya da sadece çatışmalar tarihinin başlangıcından...

Yeni insan bu geniş coğrafyanın özelliklerini en verimli biçimde kullanmak adına gidenlerin aksine yerleşik düzeni ve dolayısıyla tarımı tercih ediyor. Güçlü birçok teoride kadın ve erkek görevlerinin bu dönemde ayrıştığını ve kadının kendini hayvanları evcilleştirme, topluma yeni bireyler kazandırma ve ürünleri işleme gibi alanlara çektiğini gösteriyor. Erkek ise kısıtlı kaynakların yönetimini ele alıyor ve su kaynakları, avcılık ve savaşlar biçiminde ürünlerini ve ailesini koruyor.

Aslında yazılan son cümlede bariz bir kırılma noktası var, "ürünlerini ve ailesini" koruyor. Yani bir nesne olan "tarımsal ürünler" ve yine bir nesne olarak algılanan "aile". Savunursunuz çünkü size aittir, size ait olanda sizin sözünüz geçer ve ait olanı devretme, yok etme gibi yetkiler de size ait olur. Biraz vahşi bir teori mi ? Yoksa tanımlanacağı türden "ata-erkil", "erkek-egemen" türden bir etki mi ? Eğer tanım bu ise cevap "evet" en az bir "amazon kadını" kadar "ata erkil" bir teori.

Amazonlar, antik Yunan uygarlığının Pontus olarak adlandırılmış olan Karadeniz kıyılarında kurulmuş bir krallıkla ortaya çıkıyor. Bugün Sinop,Efes,İzmir gibi kentlerin kurucusu olarak tarihi kayıtlara geçmiş tamamen kadınlardan oluşan savaşçı ve toplumsal yapısı uğruna acımasız bir krallık. Doğan erkek çocuklarını kendilerine karşı ayaklanmaması için ayaklarını kesen ve hatta öldüren, daha iyi savaş aleti kullanabilmek adına göğüslerinden vazgeçebilen kadınların varlığından oluşan müstesna bir örnek. Adeta az önce verdiğim "erkek egemen toplum teorisi"nde olduğu gibi, vahşi, sahiplenen ve savunan... Burada ki anahtar ise kadın-erkek ayrımının oluşumunda farklı bir teoriye işaret ediyor her ne kadar Feminist görüş sahipleri bunu yazgıcı buluyor olsa da teori bu ayrımın birçok yönde ayrımlanan fiziksel özelliklerin sebepli olduğunu gösteriyor. Erkeklerin isyanlarını bastırabilmek adına ayaklarını kesmek ve hatta öldürmek, daha iyi savaşabilmek için göğüsleri almak gibi cerrahi müdahaleler bunu gösteren belki yüzeysel ama özünde tutarlı örnekler.

Yılları hızla geçtiğimizde hızlı bir biçimde görevleri ellerinden alınan hem toplumda hem bürokrasi de en diplere atılmış, görev ve yetkileri ellerinden alınmış kimisi eve kimisi saraya tıkılmış ama her ikisinde de hapsedilmiş olan kadın imgesini görüyoruz. Tarihin arka planında hareketlenmenin başlaması için nice savaşlar, nice yıkımlar ve tümünün ardından devrimlere sebep veren durumların oluşmasını sağlayacak kıvılcımlar ve hatta yangınlar geçecek. Zaman aydınlanma çağını, Magna Carta'yı ve hatta insan hakları bildirgesini gösterdiğinde kadın yavaşça başını kaldırmaya başlayacaktır.

Robert King Merton, anomi (toplumsal bunalım), toplumun geneline yayılırsa o toplumun kaçınılmaz sonucu devrimdir der. Bilinen bir diğer gerçek ise tarihin hangi evresi olursa olsun devrimlerin kanla dolu olduğudur.

Özgürlüklerinin, haklarının ve var oluşlarının ismini koyabilmek adına tarihler 1792'yi gösterdiğinde kadınlar sokaklara düştü, erkeklerle aynı işi yapmayacaklar, aynı şekilde dövüşemeyeceklerdi belki ama yaşam sahnesinde "benim de adım var" diyerek bürokraside tanınmayı istediler. Çabaları kolaylıkla bastırıldı, göz ardı edildi gülündü. Ancak günümüz post-modern eylemcisi gibi pankartlara sığınmaktan fazlasını yaptı ve ne kadar ciddi olduklarını göstermek adına bir dizi eyleme giriştiler. Kaybedecekleri evlatlarını yahut onlara teslim edilen dağlar kadar sorumluluğu düşünmeksizin tren raylarına yattılar,kendilerini heykellere zincirlediler, kamu binalarını ele geçirdiler ve hatta Millicent Fawcett ve Emmeline Pankhurst önderliğinde silahlı bir direniş hareketine dahi başvurdular. Devlet onları göğsünden vuran bu sızıya dayanamadı ve basitçe katletti, kurşuna dizdi... Tarihler 1913'ü gösterdiğinde Emily Wilding Davidson, kıvılcımı yakan hareketi başlattı kendisini V. George'un atının önüne atarak intihar etti bu olayın ardından geçen 30 senelik sürecin ardından yalnızca 3o yaşını doldurmuş ve üniversite mezunu olmuş kadınlara seçme hakkı verildi. Ancak bu durumun Türkiye'de 1927 yılında verilmiş (İngiltere'den 7 yıl İsviçre'den 63 yıl önce) haklardan farkı bizzat kan, gözyaşı ve canla alınmış olmasıdır, verilmiş olması değil. İşte tüm bu hak elde etme süreçleri dünyanın zaten karmaşık halinin içine onu daha da karıştırmak üzere doğmuş olan Marx ile farklı ve garip bir çizgiye büründü. İkinci Dünya Savaşı ile Avrupa'nın karmakarışık olan haritası bu sefer savaşlarla değil görüşlerle şekillenmeye ve yapbozu oluşturmaya başladı. 1970'li yıllara uzanan ideolojiler kumpanyasına Marx'ın görüşleri egemen olurken ardından gelen zamana ise Marx'tan çok Marxist olanlar hakim oldular. Bu da kapitalin, yeni dünya düzeninin ön gördüğü o garip düzenin yani post-modernizmin etkin olduğu döneme denk geliyor. Yüzeysel, anlamsız, temelsiz ve kendi evrenimde her türden tekinsizliği ve dalgalanmaları görebildiğim dönem.

Devletin işlevini, seçilmişlerin isteğinden, çoğunluğun iyiliğine çevirdiği düzende "romantik" akımlar ortaya çıkıyor. Bu akımların hiçbirisinin özünde gerçek savunu, temellendirilmiş bilinç düzeyi yahut ciddi bir doktrinsel,ideolojik yapı bulunmuyor. Tamamen geri çekilen ve toplumun gerçek olmadığını savunan ancak toplumdan kaçmasını umarsız hale getirmesi için kullandığı narkotiklerden onu kurtarması için başvurduğu sağlık kurumuyla nihilistler, sadece pankart basıp dağıtan, mitinglerde bağıran, televizyon karşısına geçip birasını yudumlayan ve küfür eden her ortamda paylaşım, tembellik hakkı, 68 ruhu, anarşizm gibi söylemlerde bulunup "kapitalizmin oyuncağı" olarak gördüğü parayı çaldırınca apar topar polise koşan sosyalistler, asırlık heykelleri yok eden Bin Ladin kadar akılcı, Louvre'u ateşe verecek kadar düşünceli tüm işi eline aldığı bir kaç liralık spreyle "anarşizm", "hayat ücretsiz olsun", "kadınlara özgürlük" gibi kelimeleri türlü fontlarla yazan ancak savunduğu birkaç tümceye dair cümle kuramayan Vandalistler. İşte post-modernizm'in kısa tanımı ve asıl hayatımızı anlamsız hale getiren kısmı.

İşte tüm bu devrin elemanlarını içinde barındıran bir ülke olarak yazımızın baş aktörlerinin karşılaştığı dönüm noktasını da içine alan Türkiye. Yukarıda anlattığım onca anlamsızlaşmış ve içi boşaltılmış ideolojilerin yanında Feminizm'i ayrı tutmak istedim oysa Feminizm'de aynı diğerleri gibi Marx'tan doğmuş gücünün doruğuna erişmiş kazanımlar elde etmiş ancak post-modernist dünya düzeniyle içeriğini kaybetmiş ve anlamlı yanını bir kaç üniversite odasına hapsetmiş bir ideoloji. Peki bu sürece çekilmesinin rolü nasıl gelişti ?

Türkiye'de kadın hareketlerinin temeli Osmanlı'da Tanzimat dönemine kadar gider ancak oradan 1950'lere kadar aynı heyecanla gelemez. 1950'lerde kırdan kente başlayan göç eşliğinde kent kökenli çalışan ve kendi parasını kazanan kadın şaşkınlığa uğrar. Çünkü bu yeni gelen kadınla girdiği diyaloglarda çalışmıyor olmanın, kocasının parasıyla geçiniyor olmanın bir meziyet olduğunu dinler. Göç eden kadın, köyde çok çalıştığından, toprakla ve hayvanla uğraşmaktan yorulduğundan ancak kentte evinde oturup üstüne bir de buğday,mısır değil bizzat alış verişin en temel öğesi parayı elde ettiğini söyler. Bir anda Cumhuriyet'in kuruluşunun temelinde yer alan eşitlik sarsılır ve kopar, çalışan kadın rahatlığı tercih etmeye meyil eder ve Türk feminizminin yüz karası bir çağı "zengin koca bulma", "herif parası yeme" gibi deyimler eşliğinde açar.

1950'ler bittiğinde bu durum iyice benimsenmiş hatta okulların nihai amacı eğitimden çok izdivaç sağlama amacı gütmeye başlamıştır birçok yerde, üstelik magazin denilen şeyi keşfetmiştir Türk halkı ve sinemada ki bir kaç kadın öğe ki onlarda en fazla öğretmenlik yapmaktadır bu zamanla öğretmenliği kadınla özdeş hale getirecek düşünceyi yaratacak ve kadını günden güne önce bir kısım iş çevrelerinden daha sonra da tümden evine hapsedecek. Zengin evlerde düzenlenen briç turnuvaları işinden gelen baba ve mutlu aile tablosu kadını hayatta ki iş edinme görevinden koparacak ve tekrar zorlu mücadelesinin başına evine hapsedecektir.

80'li yıllara kadar gelen süreçte kadın eve doğru geri çekilmesini sürdürdü geriye kalan idealist kadınlar ise 1980'de bir temizlikle aydın olmakla suçlanarak süpürüldü. Basının ve medyanın gücünün ortaya çıktığı, yönetime dahil olan zümrelere medya patronlarının da dahil olduğu bu dönemde medya yerini kaybetmemek için sansüre boyun eğdi. Artık neredeyse hiçbirşey yazamaz hale gelen yayın organları asparagas denilen bulvar gazeteciliğine başladı. Kadının çıplaklığı keşfedildi ve tüketime hazır toplum tarafından anında metalaştırıldı. Geriye dönüşünün neredeyse imkansız olduğu bu metalaştırma evresi artık kadının sözünü geçirmek için bir yola bağımlı olduğunun göstergesini sundu adeta. Her ne kadar dönem Tansu Çiller'i kadınlara örnek göstermişse de bugünün birçok örneğinde olduğu gibi Tansu Çiller'de bulunduğu yerde sağlam durabilmek, ürkek demokrasiye karşı örnek olabilmek için erkekleşti ve kadınlar için bir amazondan farksızlaşmıştır.


Bugün kadın kendisini post-modernist iç boşaltmaların karşısında ait olacağı bir ideoloji seçmek zorunda kalıyor ancak seçtiği ideolojilerden hiçbirisi ona tam anlamıyla ait olduğu hakkı ya da başka herhangi birşeyi sunmuyor. Kadın mecliste el kaldır, indir gösterilerinin bir piyonu, Merve Kavakçı dosyasının bir mağduru -geçen zaman içinde suçlusu-, türbanıyla tartışılanı ama tartışamayanı, yani en basitinden yerleşik hayata geçtiği dönemde ki nesnesel yaşamına geri dönüş yapmış durumda. Metalaştırmanın ağırlığını kabullenen bir nesil ise gücünü seksapalitesine aklını katarak işleri olabildiğince lehi yönde hareket ettirmek çabasında ve bunda kendisini haklı görüyor. Zaman yine ilerliyor, Duygu Asena yazıyor yazdıkları yine çoğunluk kadınlarca karalanıyor, zaman ilerliyor bastırılmış kadınlık, kışkırtılmış erkeklik elinde nesneleşmesini günden güne tamamlıyor 8 Mart'ta eylemler yapılıp 9 Mart gözaltında geçiriliyor, töre cinayetleri sürüyor bir yerlerde de duvarlara kahrolsun ayrımcılık yazılıp görülen en ufak ışıkta ortamdan hızla kaçılıyor...