24 Aralık 2008 Çarşamba

Gözlerin,gözlerim karanlık...

"Gözlerin başka baktığı yerlerde sana rastladım gözlerinde ben vardım."


Her gün bindiğim otobüs... Uzaktan yine yavaşça yaklaşıyordu. Yolcularla dolu olduğunu isteseme de binemeyeceğimi bilmiyordum. Otobüs yaklaşmadan gözlerim gözlerini aradı yüzünde, ellerini hissettim daha önce bana ait olan ellerimde. Perdeler kapanmadan ışıklar yandığında hata yaptığımı düşünmüştüm. Oysa ellerimde hissedemezdim ellerini, ve hisleri unutamazdım gözlerin gözlerime değdiğinde.

Kaç dakika sürerdi ki buluşmalar kaç gönül yakalanırdı ansızın söylenmemiş aşklara. Ve imzasız bir sözleşmenin üstünde mutlu olur muydu aşk. Zaman hızlı yakaladıysa da çabuk bırakmak istemedi. Çabuk terketmek istemedi ama hep kısaydı sıkış tıkıştı uzun gibi görünenlerin içinde başkalarının parmağı el ve onlardan zorla koparılmış zamanlar vardı. Asırlar limitinden aşk yapan günüme inat önce günlere yenildik... 

Güzel, gittiğinde ardında hiç kırıklar bırakmadı kalbime batmıştı gidişi ama anılar vardı ve kötü anılar giderken benim kırdıklarımdan ellerime batanlardı. Kendi tetiğimi çeken yine bendim. 
Affetti yada sadece öyle davrandı. Sevmedi ya da hala severmiş gibi davrandı. Bilmedi, hatırlamadı,görmedi belki ama hiç kalp kırmadı. Geri döndüğünde gözlerde bir kaç dert tünemişti. Eskisinden canlı bakıyordu ama zihni kalabalıktı. Farketti ki bindiğim otobüsler beni yine aynı durakta indirmiş ben hala bıraktığı yerdeyim. 

Elimi tutar mı diye bekledim...
Gözlerime tekrar bakar mı dedim...
Ya aşka bakar mı gözler tekrar...
Hayat farklı zamanda yaşansa bize neler getirirdi ? 
Binlercesi aklımda dolanırken gözlerimi kapattı elleri. Hafif bir koku vardı, tanıdım. Bir otobüse binmeden beni güzel bir yere götürdü gözlerim kapalı. Olanları hatırlamıyorum ama dakikalardı bizi sınırlayan önümüzde ben sana çok aşık olmuştum sen sadece gülümseyerek gözlerime bakıyor yerli yersiz parmaklarını hissettiriyordun ve bitti.  Bir şiir yolladın senin gönlünden başkasının diliyle yazılmış. Biz farklı coğrafyalarda okuduk onu. Kendimizden bir şey bulduk, hüzünlendik, sevdik,anılarımız canlandı ve bir daha göz göze gelene kadar çıktı aklımızdan. Hayatın içinde bulduk kendimizi...

Ben hala o durakta... Karşıdan gelen otobüse bakıyorum...

19 Aralık 2008 Cuma

Buraların en yüksek yeri...

Yeniden konuşalım, daha önce konuşmadık ama yeniden konuşmak gibi geliyor seninle konuşmak. Belki gözlerinin içine bakamam ama karmaşamı paylaşabilirim seninle. Hayatın duraklarından vardığım yerde bulduklarımı paylaşabilirim ve sonra da seni nasıl tanıdığımı anlatırım. Ama gözlerine bakamam...
Gel buranın en yüksek,en soğuk yerine çıkalım. Sarı ışıklar... Beyaz ışıklar yer yer gölgeler ama yine sarı ışıklar... Ve sen konuşsan, nereden çıktığı belli olmayan bir konu hakkında bir çok şey söylesen bana. Ben aralarından acaba bana mı ithafen söyledi diye güzel sözler ayıklasam sözlerinden. olmayacak işleri oldursak ta bıraksam şu karanlığımı üzerimden artık. Kış geldi,soğuklar geldi karanlıklar üstüme çıkıyor belki ama ben hiç üşümüyorum seninle. Çünkü sende üşüyorsun, herkesin aynı durumda olduğu yerde kelimelerin o durumu ifade etmesine gerek yok. Hissedeceğiz belki ama asla gerçekten üşümüş olmayacağız.

Konuşmaya devam et, nereden geldiğini bilmediğimiz bir konuda konuşalım. Kimin seni buraya getirdiğini konuşalım. Ve sen bana, beni nasıl bulduğunu anlat.

Sustu...

Neden,nasıl, ne yaptım ben derken aniden ağzımdan fırlayıverdi sözcükler, ben değildim sanki bunu söyleyen...
"Kurtar beni bütün renklerden..."

Gitti... Yalnız olmaktan mutsuz değildim üzülmedim gittiği için,bir kayıp değildi sanki ama dünyalar kaybetmiş kadar da kötüydü yüreğim. Bir his vardı içimde peydahlanan. Üşüyordum...

Koşarak indim tepelerden aşağı, gözlerimde ya da zihnimde hiçbirşey yoktu sarı ışıklar büyüdü gözlerimde içeri girdim ve kapattım kapıyı üstüme.

18 Aralık 2008 Perşembe

Suçluların telaşı içindesiniz...

"... 1960 öncesi...

Ana muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü, meclis kürsüsünde iktidarın keyfi, hukuk dışı icraatını sert bir dille eleştiriyor.
Demokrat parti milletvekilleri, Atatürk’ün silah arkadaşı, ondan sonraki cumhurbaşkanı bu yaşlı, kurt politikacıyı konuşturmamak için bağırıp çağırıyorlar.
Hakaretler yağdırıyorlar, aynı anda da sıra kapaklarına vuruyorlar.
Paşa bu şamataya aldırmadan konuşmasını sürdürüyor.
Sonra birden sus
uyor ve DP grubunu izlemeye başlıyor.
Paşa’nın sustuğunu neden sonra fark eden DP milletvekilleri şaşırıyor, onlar da susuyor.
O zaman paşa tane tane tarihe geçen şu sözlerini söylüyor:
"Sizi tarih kürsüsünden seyrediyorum. Suçluların telaşı içindesiniz."


Yıl 2008, Türk televizyonları ilk örneğinin üzerinden çok uzun süre geçmeden bir başka TV'de "yüzleşme(!)" seanslarından birisini sunuyor. Susan toplumun kahramanlığını üstlenmiş büyük bir çevrede cengaver kabul edilen bu ana muhalefet partisinin önemli bir gücü, diğer yanda iktidarın en uzun dönemli ve en tartışması bol büyükşehir belediye başkanı. İkiside güçlü olduğunu ikisi de haklıların haklısı olduğunu idda eden birbirlerine pabuçlarını ters giydirecek verilere sahip olduklarnı iddia eden iki insan. Bir yanda TV dünyasının güçlü ve bir o kadar da "halk dostu" madalyasını defalarca hakettiğini düşünen düşündüren bir sunucu.



İşte Türkiye siyasal sistemi bu kadar...



Peki ya diğerleri, kalabalıklar... Çok büyük kalabalıklar ama. Hani televizyon başındakiler, televizyonlarını yeni açmış izleyiciler ya da ekranı kan revan içinde küfüre boğmuş seyirciler. Ya onlar bu tartışmanın neresinde ?

Onlar bu demokrasimsi evcilik oyununun neresinde yer alıyorlar ? Belediye başkanının manipüle edilmiş beyninin "bırak şimdi Ankara halkını" diyen zihniyetinden dışlanmışken kendi halkını adamdan saymazken, partizan mantığıyla seçime bayraklarla koşan bu halk bu işin neresinde ?


Bu halk 1968'den beri yerinden pek kıpırdamadı aslında gidin bakın hala orada. Televziyon başında sevdiği sanallıkları alkışlamakta sevmediklerini mekaniğe dijitale elektroniğe inat tükürüğe boğmakta. Aynı "radyoların içinde küçük insanlar var sanırdık" diyen bir zamanların küçük anneleri babaları gibi. O sanallığı öylesine gerçek zannettik. Ve politik olduğumuzu da kendimize ancak böyle gösterdik başkasına arkadaşımıza, eşimize dostumuza kanıtlayamıyorduk ama birgün elbet onlarda TV'ye çıkar ve onları görebilirdik belki. Yahut facebook,msn gibi dostlarımıza "melih çok komikkkkkk" yazabilirler değil mi ?.... Değil mi ?

Bu TV başı yapıları sevmediğimi ancak Türkiye'de de başka türlü olmuyor gibisinden açıklama yaptığım bir yazımın olduğunu belirtir ancak yine de belki bir başlangıçtır bu diyerek umudumu korurum.

Yıllar geçti teknolojide bizde ve tabi Çelik'te değişti. Ama İsmet İnönü'nün verdiği tarih dersi zihinlerden silinsede geçerliliğini bir gram dahi kaybetmedi. Dün, siyasetin agresif adamlarından birine dahi sahne oldu televizyonlar. Hiç beklemediğimiz yok artık dediğimiz görüntüleri saf bir heyecanla izledim. Ve yine zihinmden sadece bu tek cümle geçti "suçluların telaşı içindesiniz". Yapılan hataların, batılların , yalana inanmışlıkların sonu hep gelir denirdi de zamanı yavaş işleyen Türkiye Cumhuriyeti'nde "Saatleri ayarlama enstitüsü" dahi görevini eksik yapar oldu. 15 sene görevde kalabilmiş yolsuzluklarını süslü püslü anaokulu çocuklarını özendirecek panolarda saklamış. Bir Ankara'dan şehirsel dönüşüm atağıyla söz ettirmiş bu beceriksiz dönüşüm ustasının suçları ortaya çıktıkça saklandıkları renklerin içinden, telaş baş gösterdi aniden. Zihinler karıştı, karışan kafalar aklı çığrından çıkardı ve devreye bağrışlar gürültüler saygısızlıklar içinde Türkiye'nin başkentinin başı olan adamın TV başındaki aymazlığı ve bağıran zihniyeti ortaya çıktı. Gözler büyüdü, sesler yükseldi tartışma büyüdü ve bir adam bilinçli halkın gözünde kendine ait küllerini dahi savurup yok etti. Dengir Fırat'ın dahi kendini kaybedişlerini görmüştük belki ama bu raddede bir yokoluşa geçiş ancak suçun verdiği can yakıcılıktı. Gerisini hemen hemen takip eden bilinçli kesim biliyor, bilinçsiz olan olmaya zorunlu bırakılan kesim ise ya çıkarının peşinde el etek öpme gezmelerinde ya da en karamsar bakış açısıyla halen olaylardan bir haber ekmeğinin peşinde.

Kemal Kılıçdaroğlu'da kabul edecektir ki kendisine çok fazla görev düşmemiştir bu tartışmada %80~ oranında konuşan Melih Gökçek'in geriye kalan %20~lik kısımda ise konuşmalara müdahale etmesi tartışmanın etkin ve en çok boğazı paralanan kişiliğini gösteriyor. Sonuca halk karar verecek dense de yine medyanın manipülatif yapısına kanan, okuduğu gazeteyi "hepsi aynı nasılsa" diye seçen kahvehane toplantılarının en güvenilir adamının devlet babaya en yakın olan kesimi olduğunu kabul eden zihniyet ve zihniyetler kararı yine kendileri veremeyecekler. Geçmiş gün olur da "Aziz Nesin" konuşacak olursa yine diyecektir "bu ülkenin yarısı eşektir" diye yine yine haklı çıkmayı da başaracaktır.

Türk halkı derin uykusundan uyanacak mı ? Televizyon başında ki kalabalık bu kadar da değil deyip 5 yılda bir olan "kendi kendini yönetme" geleneğini bir gece de yıkabilecek mi ? Bu kadarı yeter diyebilecek mi ?


50'lerde başa gelmek için "yeter söz milletindir" sloganını kullanan demokrat partinin bu slogana ironik yarattığı zihniyetin bu kelimesi günümüz halkına ne zaman vakıf olacaktır. Bir 58 yıl daha beklemek mi gerekmektedir ? Umutlar azalıyor ve ancak Cumhuriyet'in zamanı da azalıyor. Bir kaç kahraman kurtarmak için çabalıyor kah batırılıyor kah bir kırık gözlük bir keskin kalem bırakarak bir gericiye can veriyor... Halk ne zaman gözünü açacak ?

Halk uyanana kadar ayaktasınız, tarih kürsüsü bu ülkenin geleceğine de son verecek bilirim hissederim ama sizlerde yargılanacaksınız ve canınız yanacak sizi kurtarmak için yanınızda olmasını bekledikleriniz ise ancak kendi dertlerinin peşlerinde olacak.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Eskiden buralar hep ince esprilermiş...Şimdi şimdi bu "şeylere" güler olduk...















"Biz de artık iyi şeyler yapabiliyoruz."

Kesinlikle bu tip klişe cümlelerle başlayamam yazıya. Çünkü hem klişelerden rahatsızım hem de "biz" mantığında kendimizi ötekileştirmekten hoşlanmıyorum. Uzun uzadıya mütalasını yapmanın da hadisesi yok kabul edelim göze kulağa duygulara hitap eden şey gerçekti ve ben bu gün bu iyi filmi izledim...

AROG

Sözün ilk başlaması gereken yer sanırım Cem Yılmaz'ın bu sefer gerçekten riskli bir iş yapmış olmasıydı. Espiri seviyesi ve ince nükteler dikkate alındığında filmin istediği bir anlamda kültürel birikim ve ince espiri anlayışı. Bu bakımdan hedef kitlesi çok çok dar keza siz bu filmi Starbucks'tan çıkıp koltuğa oturmuş bir anlayışla izlerseniz, "bööğk ne kadar kötü olmuş TikiCan" diye bir tepki verirsiniz ki, sanırım kimsenin gülmediği yerlerde 2-3 kişilik gülmekten yerlere yatan güruhu elbet görmüşsünüzdür. Evet, işte onlar o geniş kalabalıklara oranla iyi-kötü birşeyler bilen insanlar.

Film öncesi elbette her filmde gerek gişe olsun gerekte seyirci ilgisi olsun sürekli bir "Recep İvedik" karşılaştırması yapıldı hatta şahidiz ki "Mustafa" filmi dahi bu karşılaştırmaya kurban gitmiştir. AROG bu bakımdan birde güldürü öğeleri üzerinden tartışıldı ve Cem Yılmaz, "İstesem handycam ile de çekerdim ama ben özen göstermek istedim" dedi. İddalı ve benim canımı sıkan bir laftı. Açıkçası ne sanıyor ki kendini gibi önyargılı cümleler kurdum. Daha filmin girişinden itibaren de farkedildi aslında kalite, HD,VCD,VHS karşılaştırması değil bu ama iyi kötü film izlemiş bir adam görüntüyle etkileme işini bilir; bu anlamda gerçekten iyi bir iş yapmış olduğunu benim gözlerim onaylıyor. Ayrıca her ne kadar Jurassic Park'a defalarca gönderme yapılmış olsa dahi Dinozorlar ya da öteki canlılar pixel karmaşası içinde gerçekten çok uzak bilgisayarı nereye koymuşlar acaba denilen yapıda değildi bu anlamda can sıkabilmesi olası detaylara takılıp konuyu kaçırmadık. "Türk komedisi bel altına çalışıyor" zihniyetinin son örneği oldu sanırım bu film buradan da sonradan çekilmiş hababam sınıfı filmlerine, pek tabii ki sanki ilki tutmuş gibi devamı çekilen "Maskeli Beşler" serilerine ve elbette kabalığın güldürdüğü "Recep İvedik"'e kadar hepsine de gayette bitirici olmuş bir filmdir benim gönlümce. Küfürden kopalım elitist bir hayata yelken açalım diyen bir insan değilim sayısı önemli değil ama seviyesizleştirici ve "başka türlü popüler olmuyor" denilen türünü sevmiyorum. Filmde bunun kanıtı sadece tek bir söz kullanılmış olmasıydı gayette hoş bir yerdi.

Birçok komedi filminde yaşadığım korkuyu da yaşadım aslında, "evet espirileri sıra sıra dizdiler son dakikalarda yaklaştı seyircide genelde güldü pat bir sonuca bağlanacak işler" deyip senaryo eleştirisine girdim. Suçlu değilim çünkü bize bu göstrilip bu öğretildi. Ancak hangi izleyenin içinden "ya benimsin ya toprağın" sözünün bir milyon yıl önce olduğu tespit edilen bir mağarada bulunmuş olmasını istemedi. Medeniyette bizim de payımız var diyebilmenin gururunu 2-3 dakika da olsa bir film bize yaşatmadı mı?. Bence duygulanan ama komedi filminde ağlanır mı diyerek "heheh süper film yaa" diyen de var...Olmalı....

Olmasaydı da böyle olsaydı daha mı iyi olurdu ne dediğim bir yanı olmadı açıkçası herşey gayet yerli yerindeydi bana göre ve Türk Sinemasında bir mihenk taşı olabilecek ince espiri devriminin muhtemel öncüsüne de eleştiri yapmayı öznel çalışan aklım istemedi.Bu dalda film yapan bir Yılmaz Erdoğan bilirdim bir de Cem Yılmaz var kötü eleştiri deki beceriksizliğim biraz bundan sanırım. Ancak sanırım film bittikten sonra da güldürücüliği devam ediyordu keza en az filmde ki espiri sahnelerinde olduğu gibi bir kahkaha atmama sebebiyet veren olay bir seyircinin kızgın bir şekilde "1 milyon yıl önce dinozor yoktu ki bikere" demiş olması ve yanındakinin de "bende oraya takıldım evet evet" demesiydi. Zaman makinesi, GORA'lılar, uzaylılar tür tür canlılar bunlar hep var zaten...Evet...

4 Aralık 2008 Perşembe

Durakta....

Oyuncakçılarda aramaktan yorulunca bildiğim yöntemlerle bilmediğim zamanlara gidebilmek için yürüdüm otobüs durağına. Hafif kalabalıklar arasından sıyrılınca oturma fırsatı buldum belki bir gün gelecek olan otobüse özlemle. Çok iyi hatırlıyorum hemde gayet net. Kırmızı bir kulaklık beyaz bir kablo dışarıya doğru gelen hafif bir ses. Hiçbirşey olmadı, hatta zaman bile olduğu gibi durdu. Yavaşça başını çevirdi baktı, tam gözlerimin içine hiç şahidi olmadığım bir bakıştı bu tahminimce ona özeldi. Uzun süre ne kadar bilmiyorum gerçekten uzun süre gözleri gözlerimi, gözlerim gözlerini seyretti, sonra usulca toplumun "ol" dediği odaklara çektik kendimizi. Müzik sesi durdu, şarkının değişmediğini biliyordum, beni dinliyordu benden ses çıkmasada. Ya da uzaktan gelen tren sesinden hoşnuttu ve kapattı... Aklımdan o kadar düşünce geçerken benim sesim benim bedenimden benden habersiz yankılandı...

- Biraz konuşalım mı ?
- Evet, lütfen dedi kırmızılı kız siyah fularından tamamen kaldırdığı başından onaylayarak. Belli ki yol esir etmişti onu da yahut mutluluk sonrası acılarındaydı. Düşünmeden evet dedi. İsmini merak etmediğimi söyledim ona, bunu düzgün bir şekilde ifade ettiğime yemin edebilirim. O da hayır istediğimiz bu değil zaten sadece konuşalım diyerek cevap verdi. Gözlerim, gözlerinde rahat gezinemiyordu artık...
-Yol yapıştı üzerime her hüzün her mutsuzluğun ardından. Artık yaşamın saat ya da dakika olarak akması gelmiyor gözüme, bak dedim siyah asfalt üzerine beyaz çizgiler... İşte benim dakikalarım saniyelerim onlar. Görmesem de geçiyor görmesem de ilerliyor vakit.

Hiçbirşey demedi, yahut kendi zihinimin algısında duyamadım sesini. Çok sonra duyulur hale geldi.
-Herkes gibi değil biraz buruk çoğu kırgınsın sebebini biliyorum sakın anlatma, hayat bu yollardan ibaret, gözlerim bilincinde ki sen çok farklı senlerin esirisin.

Susma sırası bana gelmişti belki de. Uzun süre sustum cevap vermek versem de gözlerine cevap vermek isterdim. Yapmaktan korkuyordum, bakışlarım onun gözlerini yaralar diye korktum. Bir otobüs durağı iki insan.

-Ne kadar da soğuyor havalar kış gelince. Ne kadar kötü gönlümüz evvelden buzlar içinde biz hiç üşümüyoruz...
-Ne kadar korkunç yalnızlık, ne kadar acı verici mutlu edici.

Gözlerinin içine baktım, sustu o da baktı. Kim ne kadar birbirimize yaklaştırdı bilmem, kokusu geliyordu burnuma sadece, ufak meyvelerden birisiydi adını hatırlamadığım ama hafif bahar vardı. Biraz canı sıkkın bir bahar kokusu... Bize ait olmayan hatta sonuna kadar bizden uzak olan bir otobüs gürültüler saçarak yanaştı bir sonraki durağa. Ve sustuk... O müziğine geri döndü, ben düşüncelerime. Bir vardı bir yok oldu....

3 Aralık 2008 Çarşamba

Yürümek Zordur...

Saçlarım…


Karmaşık, dumanlı, ruhum gibi…

Ankara’nın tozundan dumanında…


Zihnim…


Bölük zevklerin odağında…

Yıkılmış, düşmüş bantlarla yapıştırılmış…


Avuçlarım…


Allara bulanmış her mutluluğu yakaladığında

İpuçları kesmiş parmaklarını…


Dizlerim…


Çocukluğumdan beri sinirli bana

Hep yaralı, hep kaçarken üzerine düşülen…


Düşmüşüm, yıkılmış yere açar açmaz gözlerimi kalkmışım ayağa denge kavramına ithafen yazdığım her satır yerlere fırlatmış beni. Övgüler boşa savunmalar ise çaresizdi parmaklıklar ardında hükümlerin altında. Fikirlerim kâğıtlarda esir olmuş metin avcılarına cadılar yakılmış alevlerinde, kimse anlayamamış düşlerde kâğıtlarda senin olduğunu. Yağmurlara saklanmış gözyaşlarım, minnete minnet duyar olmuş düşmüşüm bir soğuk sığ kuyunun içine… Çıkarmışlar sonralarda beni henüz yaşamım tamama ermeden… Her yanımda kırıklar, yıkıntılar, ezilmiş çarpılmış kemiklerim, başım dönüyor tutamıyorum ayakta kendimi, gözlerimi açıyorum… Islanmak değil bu sırılsıklamım… Üstüm başım aşk içinde…

2 Aralık 2008 Salı

Dialektik kovalamaca



İşler iyice değişti...

Var olan dünyam biraz farklı biraz komik şimdilerde...

Yüreğinden bir türlü çıkaramadığın gerçek gülüşü senden beklemiyorum bile... Ama seni özlüyorum....
Açıkçası renklerinden de sıkıldım, ama alışılagelmişinin bir yanlışla değişimi hoşuma gitti hatta çok güzel oldu... Çevrenden hoşlanmıyorum, konuşmaların ise sıkıcı.... Ama muhabbetlere bayılıyorum, hepside çok iyi insanlar... Silik bir karakter olduğun geliyor aklıma, farkındayım ki güçlüymüşsün biraz uzaktan bakınca, sonra bakıyorum karınca bile kimi yerde daha güçlü... Herkese senden bahsediyorum belki, sen sen olmuyorsun senden kaçıyorum bir iki laf etmek istemediğimden.
Sen beni farkedinceye kadar ölmüş olmayı diliyorum, ama yarın bana sırılsıklam aşık olman bence çok güzel olurdu.
Oyunlardan hoşlanmıyorum ama hayatın oyunlarla dolu olan yanında zorluk seviyesinin yüksekte olması ayrı bir zevk.

Sen olmamaktan bahsediyorsun, varlığına aşıksın ben varlığımı yiyorum, ölmekten korkuyorum...

Bu dünya çok güzel ve bir o kadar da sinir bozucu... Nil güzel bir o kadar kızgın...

22 Kasım 2008 Cumartesi

Evrende dört...üç...iki...ben...

“Belli ki evren sana ellerini varlığını unutturmuş... Oysa sen karanlığa uzanıp onu tek bir hareketinle yok edecektin...”

“ Le Moi”

Koskoca binalar kocaman bir dünya kocaman bir evren. Ben bunlar arasında ne kadar minyatür ünlü düşünürün dediği karıncaların hareketleri derecesine küçüğüm. Kişiler arası politikalarım aşklarım öğrenip öğrettiklerim birlikteliklerim yalnızlıklarım sesim soluğum evrene dair mini dünyada yaşadığım kırgınlıklar sevinçler onlar da ne kadar küçük aslında. Oysa ne kadar büyüktüm ben kendi dünyamda... Bunu fark etmemeliydim.


"bilmezler yalnız yaşamayanlar,
nasıl korku verir sessizlik insana;
insan nasıl konuşur kendisiyle;
nasıl koşar aynalara,
bir cana hasret,
bilmezler."

Orhan Veli


21 Kasım 2008 Cuma

Bilerek ya da bilmeden yağmurlara...

Yürüdü...

Ve Durdu...

Uçsuz bucaksız sonsuzluğa karşı mavi gökyüzüne baktı gözlerinin mavisinden. Sararmış yorgun geçmişini buldu uçları kirik saçlarında.Onlar uzadıkça ömrü tarihini yazardı, saçlarına. Uzadıkça onlar, ömrü kısalırdı, daralırdı zamanlar ve yetişmezdi zaman güzel aşklar yaşama zamanlarına.

Aradığını bulamayacağını bilerek ya da salt öyle düşünerek ona ait olmayan aşklarda, ona ait olmayan tenlerde, ona ait olmayan ses tonlarında tüketti saçlarını...

Olmadı...

Gülümseyen yüzüyle hapsetti kendi çaresini yine kendi içine. Ağladığını fark edemezdi, yağmur altında kalmış yanaklarından, yaşlar süzülürken. Bir kedi uzaklarda bir arabanın üstüne zıpladığında anlayamamıştı ya arabadan aniden yükselen sesin anlamını, onu da anlamamıştı birçoğu ve o da anlamamıştı birçoğunu…

Yaşlar yağmur, hüzünler umut, kötülükler traji-komikti ve o bir buğulu camdan gülümsüyordu dışarıdaki fırtınayı izlerken içindekine aldırmayarak. Gizli saklılarda aşktan korkan aşka aşık fısıldadı onun duymaması için çabalayarak “Sevmiyorsan yaşamıyorsun ki, sevmiyorsan duymuyorsun ki, ağlaman bile ağlamak değil duyguların sadece aklında değil ki...”Saçmalanan duyulara, duygularını kapattı.

Gözlerini kapattı bir damla dahi yaş düşmedi yaslar ardından...

Başını kaldırdı göz kapaklarına hızlı bir yağmur çarptı, aniden kapanan gözler bir daha inatla açıldı...

Biraz hissetti teninde güveni. Sonra tekrar yürüdü...

16 Kasım 2008 Pazar

Sözde politik Sosyal Genç


Yazılarımın çoğularında ideolojinin ve bunların şekillendirdiği topluluklardan söz etmişsem de gayet büyük bir kalabalığı atladığımı farkettim daha doğrusu arkadaşım tarafından farkettirildim.

Öncesinde köhnelik ve yobazlık kelimelerinin her geçtiği yerde '1000 yıllık geçmişi var bu yapının' derdim ancak bu tahminlerin ötesinde yaşı Türk tarihiyle birlikte sunulacak bir olgudan söz edeceğim. Yönetim geleneklerimize yönelik eleştirilerde de daha öncesinde belirttiğim gibi merkezci ve partizan bir inancımız var yönetim konusunda. Bu açıdan da Machavelli'nin 'yönetme erdemi'ne değindiği çağlardan kopamadığımızı görebiliyoruz. Seçimlerin televizyon başında bir Eurovision heyecanı benzerinde takip edilmediğini söyleyebilir misiniz ? Ya da nüfus sayımlarındaki gibi bir heyecan mı kaplıyor içinizi seçime giderken. Bir de bunu deneyelim hiç denemedik diyenlerden misiniz ? Apolitizme hoşgeldiniz.

Türk insanı tanışmak ister, tanıştığında karşında boş bir adam yok imajı vermek ister. Peki okumaktan hoşlanmayan yahut bildiği şeyler sağdan soldan duyduklarıyla sınırlı olan insan ne yapar ki ? İşte bu da bizim ikinci tanımımız 'sözde politik'. Türkiye'nin yaşamında belli olguları çok sık yaşar olduk ama bunun en keskin ve Türkiye gerçeğine uyumlu hale gelmiş şekli sağ-sol çatışmasıdır. Sağ ve sol birbirlerinden hemen hemen kesin çizgilerle ayrılabilmişlerdir bunda her ne kadar holigan gibi parti tutmak deyimini kullanmak için can atıyor olsam da sol kesimin ayrılıklarının bilgisel sınırlarda olduğunu kendi içinde bile paramparça oluşundan anlamak mümkün. Yöneticilerin ya da devlerin yaşamına ilişkin çok şeyden bahsettim çok şeyde biliniyor diye düşünüyorum. Dönemimizin sosyal olayı ise AKP. Her ne kadar 'Türk siyasi yaşamında ideoloji' serimi tamamlayamamış olsam da belirtmeliyim ki AKP birçok yönden Türkiye'de talihsiz binlerce kayıp verdirmiştir. Ancak bir yönden de bizim gençliğimizi aktivist yapmıştır hem de nasıl. Siyasi kimiğin tek belirgin olduğu ortam ise ebenizi daha bulabileceğiniz facebookta en fazla “idda ediyorum ki” başlıklarıyla yaşam ve kimlik bulabiliyor. Bir siyasi oluşuma “Join Group” ile katılabilir kolaylıkla X adlı zattan nefret eden bir çok insanla tanışabilirsiniz. Meclisimizin yaptığı kalitesiz siyasetlere nazaran üzülerek söylenmeli ki facebookta yazarak iyi bir aktivist olabilir. Demir Kıratın dizginlerini eline alan birisi sayılabilirsiniz.

Dışarıda ise bizi bekleyen şeyler çok daha karmaşık ve komik. Birisi çıkıp sağ ve sol Amerika'nın oyunudur kanmayalım diyecektir. Onlara şunu hatırlatın 'sağ - sol elele tam bağımsız Türkiye 8. Filo defol' pankartlarına ateş açan sağ gruplar. Türkler hala doğaüstü olaylardan hoşlanan ve hafif gizem ve uç noktayı seven bir yapıya sahip. Sanırım bu konuda Freud açıklaması id'i yoğun toplumuma çözüm olacaktır. Radikal dinci bir grubun sakin bir ildeki olağan çay muhabbetleri sırasında şu tip bir muhabbet geçti.

- Geçen bu gominizlerin toplantılarına katıldım sırf onları deneyim istedim. İçlerinden uzun saçlı sakallı biri çıktı aranızda dedi bakire olan var mı dedi. Hemen bir iki kız ayağa kalktı. Saçlı sakallı baya kızdı siz bizim davamıza hakaret mi ediosunuz çabuk halledin bu meseleyi dedi.

Türk siyasi yaşamında rastlanan bu olaylar komik olmasının yanı sıra hayal gücümüzün de genişliğinin güzel bir göstergesi. Amerika'da seçimlere gitmemek politika dışı kalmak değil seçimlerde temsil edilmediğini düşünerek protesto etmektir. Türkiye'de ise buna yönelik bir taraf var. Bugün sağa sola baktığınızda 2 kişiden biri AKP'ye oy vermiş olmalı 'Allah Allah bizim kontesi kim öptü' tarzı diyaloglar oluşuyorsa zihninizde dün AKP'ye oy verip bunların hepsi dış mihraklar bunlar, mahfetti ülkeyi, Atatürk olsa şimdi başımızda gibi klişelerle yaşamına devam eden canım Türk apolitiğidir.

Televizyon karşısında küfür etmekten bu seviyeye gelen yapımız artık kendi politik kimliğimizin önünde engel koymaya çalışan sağcıyım solcuyum dersen düşmansın sen denilen. Bilinçten okumaktan hatta çoğu zaman karşıdakini dahi dinlemekten aciz olan kısmın savunusudur. Denir ki bilinç önce insanın başını karşındakine karşı eğmesi dur bakalım ne diyecek demesine bağlıdır. Bu durumda da aciz olan sizler gibi sosyal olma çabasında ki bilinçsiz gençliktir. Süleyman Demirel'in tahtına oturmaya adaysınız kabul ancak onun halk karşısında ki ikna edici konumundan dahi uzaksınız. Sanırım bunun da ismi yüzeysellik. Keza herşeyi iyi bilen bir insan olmayacağı gibi biliyoruz ki herşeyi bilmeyen insanlar da değilsiniz.
Taha Akyol sayesinde bir kısmı aydınlanmış bir yapı var 'Ama hangi Atatürk' kitabında. Bir bakıyoruz en berbat eleştirilerin sahibi her sözünü desibeli iki karış yukarıya adım atmış sesiyle 'ne mutlu Türküm diyene' olarak bitiriyor sözlerini. İyide Kemalizm öyle herkesin olabileceği kadar salak bir ideoloji değil ki.

Yurdum 'sözde politik' gençliği bi susun ya.

Günümüz Türk Siyasi Yapısında İdeoloji -3-



Youtube'un kapatılıdğı günlerden birinde öğrenmiştim, sanırım o sıralar aday sayısı henüz ikiye inmemişti. Takip eden günlerde de sürekli bir şekilde tüm yabancı sitelerde bunun tartışması yapılıyordu. Aradan geçen zaman bir çok değişim geçirdi bunları Türk basını da hızlı ve biraz geç izlemeye başladı. Ancak olanları hepimiz biliyoruz. Barack Obama, Amerika başkanlık koltuğuna oturdu.






Snoopy izlediğim dönemler politik kimlik kazandığım en azından politikayı tanıdığım dönemlere rastlar. Oradaki inceden Amerikan tarihi oluşturma çabalarını sezebiliyordum. Yine George Washington, Abraham Lincoln veya John F. Kennedy gibi liderlerin isimlerinin önemini ve ABD tarihindeki saygı duyulacak tarihlerini biliyorum. Amerika'nın şimdilerde yıkıldığı söylenen,daha doğrusu öyle olması ümit edilen yapısını inşa eden temel liderler bunlar. Peki Barack Obama o büyük kayadan oyma büstlerde yerini ne kadar alabilecek ?






'I have a Dream' denilmesinin üzerinden çok uzun yıllar geçmedi, yine bir Martin Luther çıkmış ve Avrupa'da isminin heyecanı geçmemişken Amerika'da bu sözü söylemişti. Birisi Avrupa'yı dogmadan bağnazlıktan kurtarmıştı diğeri ise Amerikan halkının iç çekişmesinde fikirsel öncülük yaratmıştı. Barack Obama başkanlığıyla birlikte bir rüya gerçek oldu. Farkındayım Amerika'da halk bir anda birbirlerine çiçek veren bir toplum yapısına gelmediler elbette. Bunu da bana hatırlatan yine bir arkadaşım oldu. Obama başkan oldu peki şimdi bir zenciye kızını verecek misin ?. Evet sanırım Amerika'da işler böyle yürümüyor kızlar yine istedikleriyle evleniyor ve aileler liberal yapının gelenekleriyle çokta fazla ses çıkarmıyorlar. Zamanla oluşacakları bilmiyorum ama tahminlerde bulunabilirim.




Türkiye ABD'de bir siyah başbakanı çok fazla yadırgamadı. Hatta Türkiye aleyhi konuşmuş olsa dahi yine de kısmen anlaşılır bir yakınlık hissetti. Bugün bir çok siyaset bilimci söylemlerin içinde bariz "sosyalist" ibareler olduğunu söylüyor ve ABD'nin ekonomik krizin ardından kapitalizmi tam anlamıyla tamamlayarak sosyalizme geçmiş tek ve başarılı devlet olacağını söylüyorlar. Bu uçuk siyaset bilimcileri kutluyorum ve ne kadar bilim adamı da olsalar sosyal açıdan olaylara bakamadıklarını düşünüyorum. Neredeyse kurulduğu günden beri liberal ve kapitalist politikalarda büyümüş bir nesli. Şimdi hiç alışık olmadığı bir düzene bağlamak ve böyle böyle olunca bu olur demek sanırım yapılabilecek en büyük yanlış olur. Alternatif tarihi severim bu alanda Türkiye'de her ne kadar çok az sayıda eser verilmiş olsa da Turgut Özakman'ın "1999 Atatürk Yeniden Samsunda" kitabı bence aralarında en iyisi. Tayyibin sosyalizmi getirebileceği kadar uçuk düşünceler üzerinden gitmesem de Sovyet Sosyalist Amerika teması renkli bir yazın dizisi yaratacaktır. Olaya Türkiye yönünden baktığımızda ideolojinin kökenlerinin okyanus ötesi Amerika kıtasında yapan bir sağ görüş çizgisinin orak ve çekiç ile kurt figürünü nasıl birleştirecekleri merak konusu. "Başbuğ Lenin" gibi sözleri duymak içinse sanırım hazır değilim.


Kurgu bir yana Türkiye Obama'ya çok şaşırmadı kabul edelim. Amerika ise daha adaylığa yükseldiği an şaşkınlıklarını ciddi bir şekilde belli ettiler. Peki Amerika ve Türkiye bu kadar abi-kardeş baba-evlat, amerika-küçük amerika düzenindeyken nedir bu farklılık.... Dış mihraklar mı ? Daha fazla gülmek yok...




19. yüzyıl değil ama 20. yüzyıl ciddi anlamda etnik savaşların dönemi olmuştur. Bunlardan biriside Amerikan iç savaşı. Toplum gayette belli olabilen fiziksel hatlar vasıtasıyla tami bir kampa bölünmüş. İnsanlar silahlı eylemleri normal karşılar hale gelmiş. Okullara alınmayan siyahlar, Avrupa gibi kirli tarihimiz yok diyen sözde bir Amerikan rüyası. Şimdi günümüzde etnik ayrışmaları ve demokrasiyi kendi kafasıyla yorumlayan Amerika, İrlanda gibi bazı ülkeleri rahat Akdeniz milletlerinin başına musallat olan fikirleri ve ayrışmaya yönelik tavırları desteklemeye başladı. Kendi kritik örneğinden yola çıkarak sanıyor ki İtalya ya da Türkiye'de de en az Amerikan iç savaşı gibi bir etnik ayrım mevcut. Sokaklar kan gölü her gün çatışma silahlı eylemler vs...vs... Sen yapmışsın Coni'ye Uyar mı Ali'ye Veli'ye, tanımı her ne kadar ciddi içerikten uzakta olsa manayı tam karşılıyor. Türkiye'de dönemin gazetelerini incelediğimde hiçbir şaşkınlık belirtisi görmedim etnik köken farkı olan bir başbakan ya da Cumhurbaşkanı seçildiğinde. Bunun adı hoşgörü değil Türkiye'de bir hoşgörü kültürü olduğuna çok fazla inanmıyorum, bunun ismi sadece rahatlık ve umursamazlık. Ekrana yansıyanları gördünüz insanlar oy atarken nasıl heyecanlılar. Türkiye'de geçerken uğradım tarzı bir gelenk seçime gitmek. Beş senede bir ülkeyi biraz olsun bize bırakıyorlar...Sözde...




İşte yine bu rahatlık ve rahvet ortamında gündem Türkiye'si bir süre Obama'nın başkanlığına sevinen köylülerle ilgilendi. CHP'de giderek daha ikinci plana atılan Kemal Kılıçdaroğlu yeni belgeler ve iddialarla ortaya çıkıyor olsada dürüst politikacıdan canı sıkılan halk ve partisinin üst kadrosundan gelen baskı bu adamı da yıldıracak yıldırmak üzere. "Mustafa" filmine dair konuşmayı bile istemiyorum keza sırf anlatılan yalan sahnelerle yeni bir film dahi yapılır, yoksa iki tane mi yapılır?. Ergenekon soruşturmasının asıl önemli zamanları gelmedi, bir nevi Menderes davasına benzer bir hal aldı. Kasıtlı olup olmadığını bilmesem de sessiz sedasız Hüseyin Üzmez'i salan yargımızın bu insanları da sessiz sedasız içeri atacağına eminim. Günümüz yargısı "insan"ları içeri sokan, "Üzmez"leri topluma katan bir yapıya kavuştu artık gözümüz aydın.




Eleştirel yazmak istemiyorum belki de bir çok yerinde defalarca oynama yapacağım yazımda çünkü bu serinin biraz tarafsız bakan bir yapıda olmasını istiyorum. Ancak kendi içinde dahi eleştiri gören bir hükümet bir halk ve bir oyun içinde yaşarken sanırım bunları söylemek sorun olmaz. Tek emelim çok aşırı değerli başbakanımdan yazıma bir yorum almak...Evet evet...Sevsinler beni...

13 Kasım 2008 Perşembe

Tuna'ya Önemli Not

Kendine gel !
Sen, kendine , kendine gel...

Haddini Bil!
Sen, haddini ,haddini bil...

Ayrıca : Sınırlarını da bilsin seviyesini öğrensin...

Rahatsızlık verdim bir süre affola....

Siz beni o mu sandınız... Bu büyük bir problem...


Gülümseyen ben değilim... Önce bunu bilelim.

Yalnızlığını ardına almış birinden fazlası da değilim. Gözlerim de kurumuş tüm duygular fazla protein oranlarından utanıp gizlenmişler göz kapaklarımın ardına. Aşk bana gelip gider olmuş. “O gizem” gözlerini açıp bana bakmamış hiç. Bir umut adıyla uyanmışım sonra her gecen dakika daha da yalnızlaşıp utanmışım kendimden. Saklanıyorum bende duygularım gibi karanlıklar arasından gecenin içinden hayatin bile adımlarca uzağından yazıyorum yazılarımı. Zaman benim çok gerimde kalmış. Terk etmem, gitmem, uzaklaşmam gerek ama 'O' olmasa acısı ızdırap, mutluluğu dünya kadar.

Ama öylesine yalnızım ki o da yok kimse yok. Kendim ve kendimden başka…


11 Kasım 2008 20:52 Tarihli Yazım...

Edebiyat'a Dair...



`Baki bu gök kubbede hoş...'



Gecenin bir körü yine camda onca temizliğe rağmen tozlar, tozlardan parlayan sari güzel ışığın uykulu gözlerime çarpıp seni düşündürdüğü bir gece...



Bunun ismini koyamam utanırım, sevdiklerime bir daha bakamam ki itiraflarımın ardından. İtirafımı kendime dahi yapamam. Bundandır bilirim kalbimin nedensiz atışı, zihnimin göz açıp kapayıncaya kadar darmadağın oluşu kayıplardan mutlu çıkışım mutluluklardan korkuyla bakışım. Sonu nereye varacak ki diyesim yok bugün bu sefer olmayacak zaten.



Hayatin seferlerine her binişimde ineceğimi bilirken bu sefer yollarda giderken ölmeyi diliyorum. Yol yapıştı üstüme… Bitmek bilmez, siyahlar arası çizgilerde serüvenim...



Evet, bunu biliyorum.



Açtım gözlerimi eskisinden iyi görüyorum lütfen bir kez olsun sadece tek sefer olsa gözlerim insin gökyüzünden yıllar yılı kovalayabileyim ömrü peşinde. Bulduğumda ya toprak altı geç kalmışlığımı yasayayım ya da... Ya da... Olmayacak işler peşindesin Tuna...



Biliyorum... Yine olmayacak isler peşindeyim... İyi geceler dünya...






11 Kasım 2008 03:42 Tarihli yazıdır..





Not: Bu yazı da bana ders olsun. Yazının da fotoğrafın da anlamı bende saklı lütfen...



10 Kasım 2008 Pazartesi

Yitenlerin bıraktığı eksiklikler...İlk değil ki...


Bu eksiklikler ilk değil ki....


Gerçi ilk zamanlar artık pek aklımda değil büyüyor olmalıyım. Günümüzde "insan Atatürk" tartışmaları yeni başlamış olsa da Atatürk benim yetiştiğim çevrede ikinci babamdı. Öylesine yakın öylesine birlikteydik yani.

Belki de bu yüzden yadırgamamıştım Komser Şekspir'de "Çok yalnızım be Ata'm" diye Atatürk'ün büstüne yakaran Kadir İnanır'ı.


Ama dedim ya bu eksiklikler ilk değil. Her 10 kasımda sessizlik ve uğultularla anılan Kemallerin sayısı giderek arttı. Benliğime vuran ilk görüntü ise sanırım Uğur Mumcu. Patlamalar bir keskin kalem bir kırık gözlük. Selda Bağcan'ın ardından yaptığı şarkı hala kulaklarımda. Ya Ahmet Taner Kışlalı ? Ya benim daha aklıma gelmeyeneler? Bugün aslında birçoğunu andığımız bir gün . Hani denir ya "...Atatürk ve silah arkadaşları adına..." diye. İşte cevap bu.

Bu savaşaın meydanlarda yapılmayanında bu silah arkadaşları vardı onun ardında. Hepsini bitirdi küstürdü yok etti benim ülkem.


Şimdi düşünülenler gerçek değil, yapma teoriler ütopyadan öte değil, tartışmalar gerekçesiz ve doğrulara yakın değil. Ama yitenler gerçek, yitenlerin ardında bıraktıkları gerçek, yitenlerin yazdıkları gerçek,yazdıklarında anlatılan ülkem korkunç biçimde gerçek, hayatları ve hayatlarının sonu tümüyle gerçek. Gerçek...Gerçek... Can yakıyor değil mi ?... Yakmalı...




Yalın bir şekilde özledim seni Ata'm. Gel diye yakarmam kızarsın bilirim. Yolunda olduğumdan eminim, başaracağımdan.... bilmiyorum ama denemekten fazlası bekliyor beni... Ama özledim...

7 Kasım 2008 Cuma

Mustafa'dan Kemal'e...

Özür dilerim Can Dündar... Ve Teşekkür ederim Can Dündar.


Utandım... Bir daha yapmayacağım bir yanlış yapmış olsam da, birilerinin gazına gelsem de , basının en güvenilirlerinin sözlerine avlansam da her ne kadar binlerce bahane edinsem de aklımca. Utandım... Bir sanatı yerinde görmeden ,duymadan ,düşünmeden eleştirdiğim için utandım. Bir söz vardı ingiliz bir gazetede çıkmış olmalı aklımdan uzun zaman boyu nedensizce silemediğim. Media :Let's watch them, how they govern you! (Basın : Sizi nasıl yönettiklerini izleyelim!).

"Mustafa" filmine gittim. Ön yargılarım ceplerimden taşıyordu o güzel arkadaş ortamında oturacağım yeri sessiz sakin söylenebilinmesi muhtemel bir yerden seçtim. Olmadı... Hatta hiç gerek kalmadı. Şok olmayı mı bekliyorsunuz? Film dilerdim ki daha uzun olsaydı ama kendi kanaatimce mükemmeldi.

Mustafa Kemal; karıya kıza düşkün biri olarak gösteriliyor dediler.

Filmde gördüğüm mükemmel mektuplarda süren yine mükkemmel bir aşktı. Madam Corrine, Atatürk'ün batıya açılan özenti değil bilinçli Avrupa örneğiydi ama kesinlikle birçoğunuzun sapık fantazmalarında yürüttüğü türden aşklara benzemiyor bile. Sevgili eleştirenlerim o mektupların bir cümlesine sizin hayal gücünüz bile yetişemez....

Atatürk her gece bir büyük rakı deviriyomuş odasında yalnız içiyormuş....

Filmde bu tip bir sahne yok. Aynı zamanda cümle şöyle devam ediyor. "...o günlerde Atatürk günde bir büyük rakı bitirir hale gelmişti..." Bu Atatürk'ün hayatında ki bir dönümdür. Binleri milyonlara dönüştürüp te yalnız kalmanın travmasıdır. Ve dikkat ederseniz sadece belli bir müddet sürmüştür. Hem bırakın da içsin. İçki içmeden müslüman olanlar 14 yaşında ki kızlara tecavüzden kendilerini alıkoyamaz durumdayken bırakınız tarihin peşini. Rakı Türk'ün tarihidir. Rakı Trakya'nın, rakı Anadolunun da tarihidir. Rakı dostları biraraya koyar, hatta benim ülkem de içki masasına oturmadan sorulmaz "ne olacak bu memleketin hali diye" . İçiyormuş hem de çok..., diyenler ayık oldukları müddetçe ülke için yaptıklarını sorgulasınlar.

Atatürk karanlıktan korkan ufacık bir toz bulutundan nem kapan korkak biri gibi gösterilmiş...

Filmi izlemeden anlayamazsınız gerçekten. Ama bunu eleştirmek saçmalığın ta kendisidir derim ben. Bu olayların geçtiği tarih, kurtarmaya çalıştığı ülkenin milletinin dahi kendisine düşman olduğu, Ankara'da bir yandan düşmanın bir yandan devletin bir yandan da milletin tehditlerinin korku olup geceye dolduğu zamanlardır. Duman bulutu ise düşman zannedilmiş ancak sonradan onun bir sığır sürüsü olduğu öğrenilince de alay konusu edilmiş ve bu eleştiri de Atatürk'ün gülerek söylediği bir ayrıntı olarak yansıtılmıştır.


Aşırı yalnız gösterilmiştir.

Sanırım bunu en iyi anladığım söz film sonrası iki üç koltuk uzaktan duyduğum sözcük oldu. Nasıl yalnızmış ya diye sitem dolu bir sözcük ardından da titreten ayrıntı.. "Onun arkasında koca bir millet vardı." İşte bu an anladım ki Atatürk cidden yalnızdı. Daha fazla söze gerek duymuyorum.


Kime? Niye ? Neden? açıklama yapma gereği duyuyorum emin değilim. Ama lütfen filmi gidip görün ve evinizin görünür bir köşesinde zihninize kazınması gerek olan bir yazıyı görün. Asla görmeden emin olma!. Diyorlar ki "ulusalcılar"ın beğenmediği Atatürk gösterildi. Yobazlara prim olacak bu film. Tanrı aşkına bir ülke dolu yobazdan, sabun köpüğü solculardan, kurt köpek peşinde ki sözde Kemalist'lerden kaçınızın umudu var ki ? Bu film onlar için değildi ki. Bu film geleceğin Mustafa'larınaydı olsa olsa. Kendileriyle karşılaştırdıklarında ben de yapabilirim hala yapabilirim diyebilecekler içindi...

Bir baktım ki kimi zaman hissetiğim yalnızlıklar onda da var, yazıyordum hem de çok karamsar ve edebi. Farkettim ki o da yazıyormuş hem de çok çok benzerini. Defalarca aşık oldum, fark ettim ki bir farkımız yok.Onun da bir zihin dolusu hayal kırıklığına cevap veriyor beynim, yine bir zihin dolusu hayal kırıklığıyla. Hatta bir Corinne'im bile oldu mektup yazdığım kendi benden binlerce kilometre uzakta. Farkettim ki bilmeden Mustafa'nın yolundan gider olmuşum.

Sonra bu filmi izleyip bilinçlenip Kemal'e ermişim... Şimdi daha çok çalışmalı, dileğim Atatürk'tür...

31 Ekim 2008 Cuma

Yaşasın Cumhuriyet


YAŞASIN CUMHURİYET

Gölköy adında bir köy varmış Gelibolu’da
Televizyonda gösterdiler geçen gün.
Gelenek edinmiş köy halkı,
Ben kendimi bildim bileli bu böyledir
Diyor muhtar:
29 Ekim’de toptan sünnet ederlermiş
çocuklarını...

Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi
Kirvesi tutmuş kolundan
Yatırdılar bir kamp yatağına,
Ardından sünnetçi olacak zat boy gösterdi
Elinde bıçağıyla,
Çocuk kaldırdı başını, bağırdı:
Yaşasın Cumhuriyet diye
Korkarım, bu, sade Gölköylülerin değil,
Umumuzun
Sade küçüklerimizin değil büyüklerimizin de
Düştüğü tarihsel bir yanılgı
Çünkü sünnet değil, farzdır Cumhuriyet


Can YÜCEL

30 Ekim 2008 Perşembe

Sosyo... Ne ?


Sosyolojiye yani okuduğum alana dair açık anlamdaki ilk yazım bu. Yine sadece içimden geldiği için yazıyorum bir trenin 12 numaralı koltuğunda aklıma gelen bir şeyler yine bunlar. Bende ne yaptım vakit kaybetmeden yazmaya başladım. Sosyolog değilim asla öyle olacağımı da iddia etmiyorum tamamen özgür olan Tuna’nın basit bir yazısı sadece. Bilen var bilmeyen var ben bir sosyoloji öğrencisiyim efendim. Genel anlamda isteklisi olmadığım ama içine girdikçe beni saran bir yapısı var bölümümün. Sanırım tam alıştığımda okulum bitecek.

Öneri okuma listemizde yer alan bir sosyolog ve birkaç kitabi var elimde Jean baudrillard. Sosyolojik kavramların yeni bir öğrenciyi sıkmasından mi yoksa gerçekten samimi `hadi bastan yazalım`cı yaklaşımından mi bilmiyorum yazıları ve sosyolojiye bakılmadığı bicimde bakışı hoşuma gitti. Aile kitle toplum sınıf... Bütün bu kavramlara ben baktığımda ardından ağır eleştirileriyle ağdalı yazılarıyla ve büyük çaplı tartışmalarıyla ünlü sosyologlar çıkıyor. Hepside yorucu ve en baskın haliyle sosyolog adayını önce kendi yasadığı toplumun dilinden ardından da dolayısıyla toplumundan ayrı tutan hatta ona `entellektuel yükseklik` addederek kendisine ve toplumuna ışık tutmak için bildiklerini unutması gerektiren bir kaç yıl bulmak zorunda bırakan bir insan yaratıyor. Hayır eleştiriyorum kitle 3 değildir 1+1+1dir. İşte baudrillard da aynen bunu soyluyor bırakın bu ağdalı söylevleri sıyırın kendinizi karanlıklardan da ışığı biraz ortaya taşıyıp olabildiğince hepimiz aydınlanalım dediği “sessiz yığınların gölgesinde” adlı kolay-okunur tarzında bir kitabi var. Kesinlikle sosyoloji öğrencisine bir umut yaratabilir ve sosyoloji adayına eğitmenlik yapan idealist eğitmenlere de bir nevi `öğreticinin rehberi` görevi yapabilir der başım camın güvencesinde uykuma dalarım efendim..



Not: Resimdeki geleceğe dönüşteki profesör değil Jean Baudrillard.

Kalbim ellerim kadar küçük değil...


Denizler kuytuluklarında kaybediyor moru maviyi ve ellerimde bir çilek kırmızısını. Gözlerimde beliren her damla hava kabarcığında görüyorum ahengi ruhu sadeliği. Bir yerlerde görmüşüm bir yerlerde okumuşum yine "Tanrı ayrıntıda gizlidir." diye... Ruhumun ayrıntılarından buldum çıkardım onu. Kendimi farkettim bir gizemin koynunda. Bir yer altı denizinin içinde tahtadan kayığımla ve Jules Verne'e inat yolum aklımın en hatırlanan ucunda. Gözlerim krater çukuru ve kalbim hala imkanlarını arıyor yenilgiler aldığı küçücük topraklarına sığındığı ülkesinde. Klavye suskun geceye konuşuyor ve gözlerim kapanıyor yasakların ardında ki günlüğüme....


25 Ekim 2008'de yasaklarla şok olmadan önce eve dönüş yolunda yazdığım yazım.

16 Ekim 2008 Perşembe

Bizler yanmazsak...

İşte yine karşımdasınız... Doğru bildiğinin arkasından gitmeye korkan, korktukça korkan çekinen ezilen hor görülen ve bundan ötürü hak eden konumuna düşen. Bugün konuşmam yüzünden suçlandığım tepki gördüğüm seviyesiz tartışmalara hedef olduğum tartışmanın amacını bilmeyen kitlelerle karşılaştığım günlerden birisiydim. "Genel anlamda.." sözünün kurbanı olduğumu düşünüyorum ama söylediğimi yalanlayacak kişiye de ruhumu satmaya hazırım...

"Genel anlamda Türk kadını geri planı seçmiş çaba vermeden elde ettiği haklarına sahip çıkmaktan çok onları teslim eden kişi olmuştur. Ben bu halimle onları onlardan daha iyi savunuyorum."

Ve kıyamet kopar...

Gören körler, duyan sağırlar... Bu sizsiniz.. 1923'te başlayan Mustafa Kemal'de yıllar öncesinden oluşmuş ve onu "dikkat edin cumhuriyetçidir (1)" diye etiketleyen yapıdan gün ışığına çıkana kadar olgunlaşmıştır. Kemalist devrim ne yazık ki bir halk hareketi olamamıştır. Halkın sanılanın aksine üstündeki bin yıllık köhneliği atması bir gecede olmamıştır. Günümüze baktığımızda bunun hala amacına ulaşmadığı da görülmektedir. Döneminin meclisinin yeni zellanda'dan sonra haklar verdiği ikinci ülke Türkiye olmuştur. Ancak bu kararların verildiği dönemde mecliste kadın nüfuzun izleyicilerle sınırlı olması da kararın ne kadar tepeden geliştiğinin kanıtıdır. Bu dönemde hiç mi kadın hareketi olmamıştır.. Hayır bunu dersek yanlış söylemiş oluruz kadın hareketleri Fatma Aliye Hanım gibi bir çok aydın kadın tarafından yürütülmüştür. Ancak öylesine kısıtlı kalmıştır ki hakkında başlatılan kapatılma kararına direniş veremeden savunusunu verdiği kadınlar tarafından da yalnız bırakılarak kapanmak zorunda kalmıştır.
Türkiye erkeğiyle kadınıyla umursamaz ve "yumurta kapıya gelince" mantığına sıkışıp kalmış yaşamları sunan bir bakışta. Ancak bu durum kanıtlanabilir bir şekilde Türkiye'de şiddetli bir ikinci plan durumu oluşturmuştur. Türkiye'de kadın mantığının daha geriden takip eder ve uyumsal olması bununla kanıtlanabilir bir örtüşme göstermektedir. 1930'lara kadar yurtdışından gelen kadın temsilcilerin bilnçlendirmesi sonucu ortaya çıkan tek tük hareketler dışında pek olay yokken 1792 (Bin yediyüz doksan iki !!!) 'de kadınlar Britanya'da tarihteki en büyük siyasi mücadelesini veriyordu. Kampanyalar sonuçsuz kalıyor,istenen haklar verilmiyordu. Hareketler azaldı ancak hiçbir zaman durmadı. Millicent Fawcett, Emmeline Pankhurst bu sefer kısmen silahlı militan bir örgüt kurdu ve kadın haklarına yönelik ilk ciddi ve kanlı eylem o dönemde gerçekleşti. Kaybedecekleri ailelerini ve evlatlarını düşünmeden taşradan kopup gelen ve liderlerine güvenen kadınlar kendilerini tren raylarına bağladı, heykellere zincirledi, kamu binalarının camlarını kırdı,boş bürolarda yangın çıkardılar,posta kutularını yaktılar, telefon kablolarını kestiler. Eylemcilerin çoğu tutuklandı hatta dönemin ordusu tarafından kurşunlandı öldürüldü. 1913'te Emily Wilding Davidson, kendisini kral V. George'un atının önüne attı. Büyüyen olaylar sonucu kamara tekrar kadın haklarını konuştu ama meclisten hiç evet çıkmadı ve rafa kaldırıldı.Ancak 1934'te 30 yaşını doldurmuş üniversiteli kadınlar oy kullanabilir hale geldi. İsviçre ise bunu yasal olarak 1990 (Bin dokuzyüz doksan!!) yılında kabul etti. Türkiye'de ise Cumhuriyet'ten hemen sonra kurulan kadın derneklerinin temennisi üzerine mecliste yapılan Atatürk başkanlığında ki oturumda iki oylama sonucu kadınlara hakları verildi. Yıl 2007 Mart 8, dönemin en kanlı eylemleri aynı zamanda kadınların kurtuluş günü kabul ediliyor. Tüm Avrupa'lı kadınlar meydanlarda gösteriler yapıyor özgürlük ve haklar üzerine konuşmalar yapıyor . Aynı yıl 8 Mart kutlamaları Türkiye'de "eylem de erkeklerden biraz fazla kadın vardı" sözleriyle hayretler için de tamamlanıyor. Türk kadını sokakta dövülen bıçaklanan hemcinsine karşı tepkisiz, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı. Eylemlerde etkisiz "çoluğum", "çocuğum", "evim" tepkilerinde... Keşke Türkiye'de haklarını kendi canından ödün vererek alsaydı Türk kadını ölümler olacaktı belki, işkenceler de yaşanacaktı hatta. Ama değeri anlaşılacaktı. Haydan gelen huya gitmekte yine.

Dar çerçeveli olduğumu düşünenler Türkiye'nin özel konumunu, dayak yiyen kadın varlığını, kışkırtılmış erkekliği savunacak ve tembelliklerini buna bağlayacaklar. Yıllarca zoraki bir biçimde katıldıkları seçimlerde kocalarının seçtiği partiye oy verenler, merkezci bir yönetimle yetişenler, dayak yiyip susanlar, söze "kadın halimle ben ne yapayım" diye başlayanlar suçludurlar. Ve eğer Türkiye'de bu insanlar genelliktedir dediğimde karşı çıkarsan bana sende suçlusun. Yılbaşında tecavüz olaylarına tepkini gösterememiş, onurunuzu 57YTL'ye vermişseniz suç benim değildir. Türkiye'de meclise girebilen sayısı en yüksek oranını 1935'te %4.8 ile sağlayabilmiştir. Ben bugün kadının haklarını kendi almadığını ama kendi eliyle teslim ettiğini söylerken bugün meclisteki %4.4'lük oranı düşünmedim bunu ancak üzüntü içinde şimdi farkedebildim. Benim o sırada aklıma gelen ancak kendisine karşı açık bir şekilde oluşturulan medeni kanun düzenlemesini kabul eden kadındır. Mecliste dahi bağımlı olan birilerinin emrine giren kişinin orada ne işi var? Türkiye hiçbir tarihte 1935 seçimlerindeki kadın oranını maalesef yakalayamamış. Haritada yerini dahi bulamayacağınız Ruanda %48.8, İsveç %45.3........Kosta Rika %35.1, Mozambik %34.8, Arjantin %34.1, Irak %31.6 (Savaş öncesi) ve Uganda %24.7 ve suçunuzu net bir şekilde görmeniz için Türkiye %4.4...

Hala beni yobaz ilan edin. Hala beni dar çerçeveli olarak suçlayın yüzüme bağırın arkamdan bağırın... Bu sizin gerçeğiniz... Bu ülke kadını, Kemalist devrimin yine kadına olan inancını derin bir şekilde sarsmıştır. Verilenleri göz ardı etmiş ve her geçen gün daha fazla politikten apolitik sosyalden asosyal oluşumlara ilerlemiştir.

Sizler suçlusunuz ve ben bu sefer haklıyım...


"Genel anlamda Türk kadını geri planı seçmiş çaba vermeden elde ettiği haklarına sahip çıkmaktan çok onları teslim eden kişi olmuştur. Ben bu halimle onları onlardan daha iyi savunuyorum."

İmzam hala bu sözümün altındadır. Bana karşı çıkanların da görüşlerini bildirmelerine ricacıyım...

Size rağmen var olan
Çiğdem Anad
Halide Edip Adıvar
Süreyya Ağaoğlu
Sabiha Gökçen
Duygu Asena ve nicelerine saygılarımla.

Yanmak zorundayız,ışık saçmak zorundayız yine yanarken... Sen yanmazsan,ben yanmazsam bizler yanmazsak...Nasıl çıkar aydınlıklar karanlığa ?

Anahtarı nereye koyduk ?

"Işığına, ışıklandırmana dikkat et,
Işığın üzerinde her zaman karanlık vardır..
Her Zaman!..."
Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain


Sizler kara kutularınızın ardından hayata perdeler ardından bakarken, ben yine aptal çocuğu oynamak zorunda kaldım. Habersizce dünyasını yaşarken bir ajanın duygularından çok kötünün iyisi olmanın anlamını kendime yakıştırdım. Problemlere çözüm olamadığımı bildiğimden problem yaratacak kadar ağır görmezdim dünya üzerindeki varlığımı. Varlığım varlığıma dert oldu. Onun bunun ikilemi önüme sunulduğunda beş kuruşun değerini bulamadım gözlerimde. Karlara baktığımda beyazlıklar görmeyi umdum, gözüm hep siyah ayrıntılara takıldı.

Suçlu bensem eğer, delin içi suyla doldurulmuş bazen eğlence bazen yaramazlık dolu balonumu. Fikirlerinizi temelinde yatacak yine kara kutularınız ve farketmeden öleceksiniz bir gün benim ölümümün yasını tutarken gözleriniz. Sizler...Sizler daha çok yaşayacak olanlarsınız. Güvenin anahtarını kaybettiğimde onun yerini bana söylememek için gülenler siz olacaksınız. Neden kızayım ki ?

Gözlerim gecenin ritmini sayıklarken göz kapaklarını eğlendirmeye inat, ben bu gece kendime yazıyorum. Ve tekrar şüpheleniyorum yazdığımdan yarın haberdar olacak mıyım diye...Eski korkular sarıyor dört bir yanmı yine gecelerim gündüzlere karışacak desemde dolu dolu bir sene geceleri gözlerimde yansıyan baktığım heryere oturan gecem değilsin sen benim. Karanlık sarmış, siyahlarla kaplamışsın ölü sandığın bedenimin üstünü. Kilitler sarıp kendine saklamışsın ve bir akşam üstü apar topar kendin girmişsin benim için açtığın çukura...Dayan...dayan...dayan!! Bir nokta bulmak adına dayanacak o kadar çok çizgiyi harcadın ki... Apartman camından bakıp komşunun televizyonunu görüpte seni izlemek gibi tek eylemim... Bağ yok bağlantı yok... Bu gece yoksun bundan sonra yoksun artık bende yoksun... Bu geceye kadar vardın artık yoksun...

Rüyalarını topla git... Paranoyaklık cehenneminde yandım yıllarca daha fazlasına ihtiyacım yok...


Tedavilerime yeniden başlamalıyım... Yine ordunuzu toplamış işgallere başlamışsınız... Bir karış dahi vermeyeceğim toprağımdan bir karış bile...

13 Ekim 2008 Pazartesi

Kaç kişi hayatını kaybetti iyi kötü yol ayrımında?


"Kimin yaşayacağına kim karar veriyor!
Kimin öleceğine kim karar veriyor!
Bu savaş anlamsız bana bakın!
Burada duruyorum ve üstüme tek bir kurşun bile gelmiyor!
Bir tane bile gelmedi
Neden?
Peki neden hepsinin ölmesi gerekiyor?
Burada durabiliyorum 
Görüyorsunuz!...

İyi ve kötü bu kavramlara kim karar veriyor.?"

Yine aklımda farklı düşünceler var yine farklı bir yazı yazmak yoruyor beni. Yıllardır yorgun benliğim bugün kendinen utanmanın verdiği acıyla bir kez daha sarsıldı. Son mu bu ? Yoksa "Göz yaşları sıcak daha sevinmiş olamaz" dercesine varlığı sürekli başımda dönen bir ayrıntı mı. Bir iki sene öncesine kadar en ağır en zirve şekilde yaşadım bunu ve o zaman da yazdım. En büyük ilacım yazmaktı belki de. Hayata kazımaktı tarihimi... Ve 2 sene önce 14 Ağustos'ta yazdım bunu...

"kendimi ifade edebilmekten bile acizim. aklima gelenleri yazmaktan korkuyorum. sanki oyle bir sey ki; bazi seyler kafamin icinden bi kere cikarsa donusu olmayan bir surec baslayacakmis gibi geliyor. su yazdiklarimi geri donup okuyacagimi bilmesem daha rahat edecegim belki ama biliyorum ki mutlaka bakacagim; ki zaten yaziyor olmamin da bir amaci olmali. iste yine oluyor; yine izliyorum kendimi. bir turlu rahat edemiyorum. sanki iki kisiymisim gibi. birisi bir seyler yapmak istiyor ama digeri de oburunun yaptiklarindan surekli rahatsiz oluyor. mesela bunlari yazan birseyler yapmak isteyen kisi, ve digeri hali hazirda engel olmaya calisiyor. engel olanin da mutlaka mantikli bir nedeni var tabii ki. aslinda onun amaci oburunden daha gercekci gorunuyor. birseyler yapmak isteyen, gerceklerle yuzlesmek istiyor, engel olmak isteyende sanki olacaklari biliyor gibi..."

Farkettim ki çok yol katetmişim. Artık yazılarımı geriye dönüp okumuyorum. Çünkü ben 2 - 3 ya da daha fazla kişiden de olsam bir bedene hapisi ve bende olanlardan sorumlu yine benim. Beni bunun için silecekseniz, yargılayacaksanız , hayatınızda planlararası bir kişi yapacaksanız durmayın. Bu ancak benim gerçeğim ve sizin seçimlerinizdir hayır sizi suçlamıyorum. Ve hayır seni de suçlamıyorum. Özgür düşünce zırvaları ortada fır dönerken seni suçlayamam. Ama farkettim ki suçlu olan benim. Uzun zamandır yazıyorum ve adını bildiğim ve bilmediğim ama varlıklarından mutluluk duyduğum güzel insanlar okuyor yazılarımı. Ve ben onlara gerçeği anlatmadım... Gece Yazan Kedi'nin özeline inmekten hep kaçındım detayına derinine indim bugüne kadarmış ama sadece bugüne özel birşey bu. Gece Yazan Kedi yaklaşık 5 senedir disosiyatif bir bozuklukla yaşıyor. Tanımlayamayanlar halk arası sözcüğünden hoşlananlar ise buna kişilik bölünmesi adını veriyor. Geçmişte kaç tane olduğunu bilmediğim kişilerim artık tek isimde 2 kişiden ibaret ben onunla hiç konuşmadım hiç tanışmadım anlatılanları duydum biliyorm sadece ancak msn diliyle ifade etmem gerekirse 5-6 aydır çevrimdışı gözüküyor. Hayatımda kötü geçen binlerce olay varsa bana her kötülüğümde destek olan koskoca bir yığın arkadaşım oldu. Yürmi gibi gereksiz derecede büyük gördüğüm bir yaştayım ancak bir kişi bile bana, "evet sen kötüsün, sen anormalsin ve ben seni sevmedim" demedi... Bunu hiç yaşamamıştım.. Beni sevmeyenler oldu ama en fazla yanımdan çekilip gittiler tek kelime dahi etmeden. Bugüne kadar... 

Sevipte yanılmak çok can yakıyor ama bu biraz daha acılıydı... Lanet olsun ben bu zaman kadar hep mücadele ettim hangi cesaret vardı sizde içinde çıkamadığınız ne yaptığınızı bilmediğiniz size bakan meraklı gözler arasında bulunduğunuz kaç gününüz geceniz oldu. Kaç kişiye zarar vermekten üzmekten korktunuz. Geriye döndüğünüzde ablam dediğiniz insanı ağlarken korkmuş gördünüz mü hiç. Ona hayatınızı verseniz mutlu göremeyeceğinizin bilincinde oldunuz mu ? Sevdiğiniz insanları sırf dönüşümlerde kendinizden uzakta tutmak için kaç kere tersleyip kavga ettiniz bilerek... En saf duyguların varlığında sevdiğinizi söyleyeceğiniz zamanda yaşadınız mı en berbat şeyi... Ben yaşadım ve lanet olsun sizden güçlüyüm. Ne kadar da güçlü olduğunuzu söyleseniz siz evet SİZ bunlarla başa çıkamazdınız. Geçmişe hapsetmek için kendi bedeninize kıyamazdınız. Hapların mahkumiyetine girmeden durumu toparlayamazdınız. Hayır... Benim kadar temiz kalamazdınız...

Ben varım...Senin sizin onalrın sayesinde değil var olmak istediğim için varım... Kendim kendimle birlikte....

Gece yazan kedi bir daha özelinden bahsetmemek istiyor bunu diliyor... Size adam gibi insan gibi bir yazı veremediğim için beni affedin...

Bu arada, Quis custodiet ipsos custodes... (Yanlış anlamayın sadece Fransızca çalışyorum)

11 Ekim 2008 Cumartesi

İyimserliğin penceresi ne tarafta ?


"Unutursun için yana yana...
Unutursun ölüm sana bana...
Zaman baspı kanayan yarana..
Unutursun... Unutursun..."

Unuttum belki de. Yaşanan herşeyin ardından tek celsede bitirmekte olsa tüm güzellikleri kendini feda etmekte olsa ucunda tüm ithamlara karşı. Tüm sorgular sana yönlense, tüm bilgiler seni çağırsa ve tüm sorulara cevap vermekte zorlanan ve her sorguya kayıtsız özür dileyen... Bu benim!...

Yeter. Cevap vermek zorunda değilim sizlere en zor anlarımda en zor sakinliğimi en karamsar bakışlarınızla karmakarışık etmeye ihtiyacım yok. Bir yağmur yağsa bu topraklara belki o zaman yüzümde hissettiğimde damlaları kararacak ve düşeceğim dibe yeniden çıkmak üzere.

Çok özledim...Özlemeye hakkım var mutlu günleri. Bulutların yağmur dışında karanlıklar getirdiğini yoğun alkollü günlerde gördüm ancak. Görmek istemiyorum artık. Sevgiye hazır mıyım ki karşıma dünyalar güzeli çıktığında... Bilmiyorum kaç gün kaldı ki sona ya da başlangıçların başlangıcına...

"I'm only happy when it rains..."

9 Ekim 2008 Perşembe

Yaşasın Katy Parry :)

Çok iyi... 

Böyle rüyalar görmeye devam et...
Mutsuzluğunu test etmenin yollarını ara..

Sonra mutlu olduğuna karar ver...

Güzel bir günün ardından yine saçmalamaya başladım. Sınıfta yaptığım sanırım bir daha yapmamak üzere kendime söz vermem gereken birşey ama mükemmel bir muhabbetti dersten kovulmaktan da hoşlandım. Ardından canım bir arkadaşım çok değerli süper kişilik bir arkadaşla buluştum ki kendisinin zayıfladığını düşünüyorum. (Okuyosan selam ederim :) )  Ateşi yakıp içine odun attık gece gece Hacettepe turu attık üstüne gelip birde ölü bir halde özlemli yazılar yazdık geceyi kapattık yeni kabuslara gözleri kapattık...

6 Ekim 2008 Pazartesi

Renk Renk Korkular


Ankara'da soğuk bir hava var son günlerde. İyiden iyiye yaz bir görünüm olmaya başladı artık. Gökyüzü bir soğuyan bir ısınan havaların etkisiyle değişik renklere büründü. Herşey geçişin garipliğini ve büyüsünü taşıyor. 

Ruh halimde renkli son zamanlarda bir korkunun en derini var üstümde ne yapacağımın bilnçsizliği, mayın tarlasına girene uzaktan bakanların yakarışları... Kulaklarımda en yüksek sesi bile geçirmemeye çabalayan kulaklıklar ardından mutlu şarkılar... 

Yanılıyor muyum ? Kararlarım ne kadar gerçek ? Bütün bunların karmaşasını hissetsem de günlerim güzel,barış huzur içinde mutlu mesut yuvarlanıp gidiyor.... 

O değilde Work and Travel'a gidecektik Amerika battı yaa :)

29 Eylül 2008 Pazartesi

Korkuyorum...


Evet başlıktaki gibi...
Belirtemediğim gibi...
Belki olur da söyleyemem gibi...

Şimdi vakit bu ve bunun heyecanını bunun korkusunu yaşayacağım...

Ve elbette yaşayacağım hüznünü de...

Her güzel şey bitmiştir,bitecektir...Bu da bitecek diye üzülmemeliyim şimdiden ama biliyorum. Gene bana kurban gidecek hayatlar duygular... Çimenlere gömdüğün duyguları ben alır yoluma devam ederim. Sonuçta üzülen ben olmak umuduyla geleceğe yazdığım bir mektubum olsun bu. Ne kadar güzel de olsa günler geceler hüzün kaplı dışa bakan gözlerim, karamsar bakışlı iç gözüm...

Üzgünüm... Gelecekte olacaklara...

Bir nevrotiğim aynı zamanda hastalığını bilen hastalığıyla eriyip giden...

Böyle gecelerde kaybettim geleceğe umudumu böyle geleceklerde yok ettim umudum olacak günleri... Üzgünüm. Affedin...

27 Eylül 2008 Cumartesi

Günümüz Türkiye Siyasi Yapısında İdeoloji -2-

Düşüncelerim gerçekle hayat bulmaya başladığı için konuma artık devam edebilirim diye düşünüyorum. Zaman dediklerimi uyguluyor ve bir dev ayaklarından yıkılıyor.

ABD'deki bu çöküşün ardından bizim daha önce tanımını yaptığımız ve benim tanımlamamla ismini belirlediğimiz "sabun köpüğü solcular" bugünlerde açıklamalarını yapmaya başladı. Amerikada Sosyalizm, o la la! diye gezinmekteler. Ekonomiye siyasete ve devletsel yapılara bu kadar sığ yaklaşan bir zihniyet elbette işlerin başından değil kulaktan dolanıyla yetinecek. Partizan mantığıyla sağa hücüm sola hücüm edenler her sefer olduğu gibi yanılacak yine akıllı olan kazanacak. Benim öngörüm açısından baktığımızda yılların temellendirilmiş kapitali onca yıl kök saldığı ABD topraklarından kolay kolay ayrılmayacak. Hele ki kimilerinin idda ettiği gibi Rusya yeni süper dev olmayacak. Ancak şunu söylemek gerekir ki aynı birinci dünya savaşı gibi bu ekonomik krizden karlı çıkacak olan yine Rus ve müttefiklerin kuvveti olacak. Tarih bize her seferinde doğu kültürünün kriz yönetimindeki başarısını gösterdi. Ruslar Avrupalılaşmanın son ucunda bir doğulu bence. Ve dipnot değil yazının içeriğine ek doğulu deyince geri ve yobaz kültürler gelmesin aklına o bize özel araplaşmanın nadide bir ürünü. Rusya bugün baştan başa sadece üniversiteleriyle bir sanat devi.

Peki Türkiye ne olacak ? Medyanın yönetimdeki üstünlüğü ne kadar devam edecek ? Bugünlerde yaşanan endemik bi olay acaba genel-geçer bir olgu halini mi alacak ? AKP'nin güvenini kaybeden kitleler kimin elinde şekillenecek? Ergenekonla sıkıştırılan sadece 30-35 kişi mi yoksa içeri tıkılan kitlelerin gücü mü ? Bu güç ne kadar kuvvetli ne zaman bu kuvvet parlayacak? Hepsinin cevabını birlikte bulalım. Kaldığımız yerden devam.

Türkiye yıllardır ABD'nin etkeninde yaşamaya alışık bir devlet bildiğimiz kadarıyla kendi kendine yeten bir ülke olmaktan 1950'lerde yine bir kriz ardından vazgeçtik. Kimi zaman kafamız attı Rusya'ya yüz çevirdiysek te rotamız yine hep ABD politikası ve ABD ekonomisi bu sebeple de eşgüdümlü yönetim olduğumuz söylendi yıllarca. ABD'nin liberalizminden hamburgerine kadar herşeyi aldıktan sonra birde bakıyoruz ki bizim büyük dev sallantılarda başımızı yasladığımız ne kendisi kıpırdayan ne de bizim kıpırdamamıza izin veren ABD ekonomisi yıllar süren savaşlar halkın itaatsizliğe yönelişi ve nihilizm-pragmatizm karışımı yaşayan halk varlığı sonucu ekonomi tarihin tekerrüründe,tereddütler içinde yeniden devletin ellerinde. Türkiye krizi henüz yaşamadı açıkçası krizlere alışkın olan halk bunu hissedebilecek mi oda meçhul (bize her gün kriz) elbette yeni kepenkler kapanacak hisseler bir uçacak bir dibe vuracak. Yönetim bugünlerde krizin çıkmaması için yeni gündemler yaratma yolunu tercih ediyor. Belki de ergenekonun nihai amacı bu olsa gerek. Burada gülüyorum bu cümleyi ciddi olarak kurmadım ama olur mu olur.

İşte yine bu gündem tartışmalarının gündem değişimlerinin geçirdiği hızlı günlerde bir olay yaşandı. Bir düello. Daha önceki yazı başlangıcımda da belirtmiştim medya yönetiminde olan ülke örneğinden ama bu kadarını ben dahi beklemiyordum. Ciddi anlamda meclis koridorlarından bir düello tüm reytinglerin önünde yayınlandı. Ben bu yapıyı incelemek için ikiye böldüm. Anayasa ve yasalarına güvence kalmamış bir ülke artık sadece ben halka bırakıyorum deme gafletinde bulunan politikacılara tutunarak başarılar getiren hükümetler, halktan gelen desteğe inanmayan bir diğer politik grup ve bunların nasıl geliştiğine anlam veremeyen hantal işleyen ve yanlış kararlar verdiğine inanılan güveni alaşağı olmuş bir adalet sisteminde tartışılan biçim. Bu ilki bizim ülkemizde geçtiğimiz günlerde yaşanan medya önü düello olayının biraz daha ağırı belki de ama yaşadığımız tam olarak buydu. Bir de diğer tür var. Politik partileri şekillerini oluşturmuş ırkçı olduğu ileri sürülen partinin dahi siyasete girerken Irkçı Parti gibi bir isimle girebildiği şeffaf bir sistemin varlığında medya desteğinde adalete güvenilen ortam üzerinden medya desteğiyle yürütülen halkın politikaya katılışını arttırmak güdümlü eğlenceli seçmen aktiviteleri. Bugün bunu en basit haliyle Almanya seçimlerinde ve ABD seçimlerinde görebiliriz hatta ABD seçimler için Youtube bile resmi olarak kullanıldı. Maalesef Türkiye'de durum bu kadar ilerlemedi ve şu an bizi olası bir krizden kurtaranda gülünecek şekilde cahilliğimiz. Krize sebep bulamıyoruz ve kriz bulamıyoruz günden güne fakirleşmemizi ise bir türlü anlayamıyoruz.
Baştan sorduk bu endemik olay genel-geçer olur mu diye. Yeni bir haber geldi. Baykal, Erdoğan'ı medya önünde tartışmaya davet etti diye. Medya adalet değildir bizlerde yargıç değiliz. Politikanın magazinleşmesi ise hiç komik değil.

Her ne yolda olursa olsun AKP resmi ya da resmiyet dışı raporlarda bir yenilgi altında olduğu görünüyor. Üstüste kaybedişler stresler ve saldırı reflekslerinin artması onları daha hızla dibe doğru sürüklemekte. Onu destekleyen kabileler ise şaşkın ve siyasetten daha bir kopuk. Büyük ihtimalle kendisine büyük payı veren aslanın peşinden gidecekler seçimlerden sonra da aslan ekmeğini yine ait olduğu yere yerleştirecek. Umudum AKP'ye zamanında oy vermiş bilinçli bir kitleninde var olabileceği umudu. Belki bu sefer varolan bilinci daha akılcı kullanabilecekler. Son ergenekon dalgasının ardından AKP sıralarından bile yükselen sesler bir yanlış gidişin habercisi son dalga ise ne kadar arkasından gülenler olsa da ilk dalgadaki gibi tehlikeli birini içeri soktu. Arkasında en az bir milyonu toplamış bir medya patronunu, yeni bir politikacıyı içeri soktu. Evet kimisi onu dikkate almasa da Tuncay Özkan kendine uygun kimliği CHP'nin köhneliklerinde bulamayanların umudu oldu ve her sözünde ve her hareketinde de bunu başardı. Satış işleminin bir dolandırıcılık olmadığını da kanıtladıktan sonra yoluna devam ederken bu seferde tutukluluk hali ve basına yansıyan bitkin görüntülerin kışkırtıcı yapısı.

Bu gece için parmaklarımda cidden derman kalmadı. Çok daha fazla ayrıntıda çok daha şeyi anlatmak için biraz daha bekleyelim. Anca farkındaysanız kızgın,kızdırılacak ve kızdırılan kalabalıklar fazlalaşıyor gün be gün. Türk siyasi tarihi yorgun binlerce dönemden geçti elbet bundan da geçecek ancak sonuçların köklü olacağına kesin gözüyle bakıyorum.

"Cehalet hiçbir zaman bu kadar cüretkar olmamıştı..."

26 Eylül 2008 Cuma

Yine yalınlığa bir yazı...


Hafif, hafif,hafif....
Hafiflik çok ağır!
"Fidelity"

Kat kat bir aralığın ardından birden çıktığınızda ne hissedeceksiniz. Kaç kat siyahtan sonra beyazı gördüğünüzde ilk başlarda mutluluk vermeyecek belki. Beyazın üstüne renkli çizimler yapıldığını keşfettiğinizde beyaz romanslar göz yaşlarınızla ıslanmış buruşmuş belki de yırtılmış olacak. Sizin için umudum kendinize yer ayırıp herşeyi kendi elinizle tekrar karartmadan hayatın resmini çizebilmek süreniz bir ömür. Modeliniz gözyaşları.

Sonra platonik damlalar gelecek eskimiş ve yaşlanmış hisseden beynimize, belki yine bir pürüssüzlük kaplayacak aşk sanacağız gene o bulanıklaştıran gözlükten gözükenleri. Son bulanıklıksa gözlüğü çıkardığımızda gözyaşı damlası olacak belki yine. Platonik damlalar güzeldir derim yine ben Platon'a göz kırparak. Sonucu olmadıkça güzel bir serüvendir onu yaşamak. Hem acı verdir kıvranma vardır hem mutluluk vardır gerçekten sonu gelmeyecek bir sevginin kalbe doluşu vardır. Hayata dair ne kadar çok şeyler yazıyor insanlar. Bunlardan biri olsam yazsam yazıtlarımı kim okur diye merak etsem... Kendime yazıyorum yine farkındayım...

Estetik,simetri,pürüzsüzlük birer kutsallık hayatta... Şşşş sessiz ve yavaş yürü hiçbirşeyi yerinden oynatmadan bozmadan çizmeden karalamadan yürü,... yürü ve geç hayatımdan...

23 Eylül 2008 Salı

Makul olun güzel oluyor...


Hadi bakalım...

Yoğun bir gün değildi hatta istediğimce yaşadığım güzel bir gündü dahi denilebilir. Hastayım, yorgunum ama kırgın ya da kırılgan , üzgün ya da üzmeye yönelik bir durumda da değilim. Aksine iyiyim olabildiğince. Hatta bugün politik bir günümdü birazda sabahtan akşama dek daha önce hiç tanımadığım insanlara karşı kendi görüşümü kabul ettirmek için savaş verdim. Ve sanırım kesin bir şekilde söylemeliyim ki bunu başardım hemde hiç hata yapmadan. Derim ki ilk önce gözlere bakın ve mümkünse bu haldeyken gözlüğünüz gözünüzde olsun. Tavsiye...

Yeni furyaya henüz dahil olmadım. Belki de teknolojik kişi ünvanımı da kaybedip daha sosyal bir hayat kazanıyorum ama evet daha çift hatlı bir telefon sahibi olmadım. Bugün deneme fırsatım oldu sevmedim. Şimdi bi i-mate Pda bi biricik C55im var yanımda. Ve yıllardır özlediğim güzellikteler... Sessiz ve sakin. C55 sanırım bugün yerinden bile kıpırdamadı. Özlediğim hayal ettiğim buydu güzelliği tadabileceğimden emin değildim. Evet güzel bir duygu. Yalnız kalmak, kendinize vakit ayırmak bence bu hepimizin ihtiyacı olan bir duygu.

Makul olmaya çalışıyorum. Dün birazcık iyileşeyim bisiklete binerim oh oh gezerim dedim. Bugün kısacık bir arada hemen değerlendirdim bunu. Mükemmel :) Makul olun yaşam böyle güzel...

not: Merak etme yazmayı bırakmak düşüncelerimde değil. Sadece kafa dinlemeyi biraz abarttım.

Nereye gider yollar ?

Yazamıyorum...Kendim için bile....Hey!! . O da ne ???

18 Eylül 2008 Perşembe

Kırmızı Tospaa


Ne kadar zaman geçti mutlu olmayalı. Bir papatyanın açması süresince sanırım. Zaman kavramım böyle bugünlerde papatya açasıya DVD yazasıya... Fırında kurabiye pişirirsem bir gün onu da zaman kavramıma alacağım. Ama güzel bir gecenin sonu için tospaanın sahibine teşekkür ederim. Yazmak istememiştim bu gece ama mutlu olmaya karar verdim.

Teşekkürler.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Yeniden Dene...???


Yol...

Artık bir yaşam şekli gibi görünmeye başladı yollar gözümde.

Her çizgide bir anı bırakıyorum otobüsün uyumaya engel düzeninde. Farklı anıları siliyorum aklımdan her mola yerinde. Zaten artık hiçbirşey eskisi gibi canlı değil. Hatta renk bile hatırlamıyorum yollarda geçen zamana dair.

Eskiden sorardım kendimce televizyondaki siyah-beyaz filmleri gördükçe, hayat siyah-beyaz mıydı o zamanlar ? Galiba bunun cevabı evet. Siyah- Beyaz dışında renk yok hayatımda. Hatta rengi kaçmış bir televizyon gibi siyahın tonlaması da yüksek artık hayatımda.

Yol yapıştı üstüme..Fakat yakışmadı gereğince. Hala küçük müyüm ? Hala çocuk muyum bir yerlerde? Kopyalanabilir miyim acaba istesem, yeniden yaratabilir miyim kendimi ?Çok özledim eski renkli beni. Yol var üstümde ben onun üstünde gittiğimi sanarken...


Burada bitsin mi hikaye
Başlasam mı yeniden her şeye
Yine tanrı mı olsam
Yaratsam mı kendimi
Ateşle havayla suyla mı
Yalnız eniyle boyuyla mı
Neyle kursam
Boş mu versem tanrılığa
Bir başıma otursam
Ne ateş ne hava ne su
Ne en ne boy
Ne Habil ne Kabil
Ne soy
Ne ben ne tanrı "

Bülent Ecevit

16 Eylül 2008 Salı

Sahte Dudaklarda, utanmaz gülüşler...


Evet, geri döndünüz...

Utanmadan, çekinmeden , arsızca...

Dönüşlerinizin yarattığı o anlık "ne?" cümlesi bir kaç saniyelik içimde tıkılı kaldı. Bir süre sonra da söylemek anlamsızlaştı...

Geldiniz,

Tekrar, aynı yüzle , aynı huylarla...

Değişimden söz etmek mümkün değil sizin adınıza farklılık yaşamınızın sadece kahpe geçinen anlarında. Utanmadan yaşadınız bu sahteliği ve utanmadan kurban ettiniz ruhlarınızı arsızlığın tanrısına. 

Bu yazı kadar değer bile çok size. Kendi zehrinizde yok olacaksınız bunun bilinciyle yaşamanız dileğiyle....Sahte gülücükler dudaklarınıza yapışmış. 


Neredeyim : Yine Ankara çok kalmamak gibi bir düşüncem var. Buralar çok değişmemiş hiçte özlenmemiş yerler.

Nasılım : Şaşkın, gerçeklerden haberdar.

Ne yapalım : Yaz bitti, 12 puntolu yazılarınızın arasına mutlu bir dönüş için elinizden geleni yapın.

14 Eylül 2008 Pazar

Tesadüfen doğduk.Mecburen yaşıyoruz...


Dur dur dur...

Geldiğin yerlere benzeme burası nerden geldiğini bilmiyorsan bile bilnçsizlikten bile kötüdür burası.

Hiç içine aldı mı ki bu dünya seni içine.

Tahmin etsene aynı yıl içinde uzaklardan geldiğin arkadaşlarından kaçı satacak seni kaçı öldürecek kaçı senden medet umacak veya yaralayıp bir sokak köşesinde bırakacak.

Bir düşünsene kuracağın hayalleri, en genç zamanlarında izlediğin hayallerin sadece o kutuda kaldığını anladığında ve bir gün bu hayallerinin suya bile düşecek gerçeklikte olmadığını anladığında ne kadar kırılacak o galbin.

Dizlerin kanadığında bir damla akacak yaşın, gözlerini hissetmeyeceksin ilk canlı varlığın uykuya dalmasıyla bir daha uyanmayacak olduğu gerçeğini tattığında.

Dur dur dur...

Gelmek için erken dönmek içinse çok geç...

İyi bakalım büyü. İlk öldürücem kendimi dediğin anda gülüşmeleri duyarsın uzaklardan ve hayır, orda bir hata yaptın kötü de olsa seviyorsun yaşamı.

Mucburen, meeecbuuren mecburiyetten de olsa ömrün tadacak en güzel duyguların ardından gelecek yegane büyük acıları. Acılar büyütecek varlığını ama sen küçük kalmaya özlemle hiç büyümemiş olmayı dilerken bulacaksın kendini bembeyaz saçlar içinde.

Gel sende gel...Dur dedim dinlemedin ya... Zor da olsa tesadüfen varlığını adadığın hayatta mutluluğa erişeceğin günleri bulmak adına inadına yaşam deyip mecburiyetten yaşayacaksın...Bir yandan da alışacaksın yaşamaya herşey çok gerçekçi olmasa da...

13 Eylül 2008 Cumartesi

Sizin hastalığınız bu,

"İlgisizlik,
Sizin hastalığınız bu,
körsünüz sağırsınız,
Hepinizin, propogandalarıyla gözlerinizi boyadılar."
"La Finestra di Fronte"

Karanlıklarda hapsolmuş ruhlarınız ve birbirinizi katlederken aydınlanmış karanlığınız varlığınıza mese yapmışsınız duyguları. Bakmadan kara tahtada yazanlara fikir sahibi olmuşsunuz bir anda gelecekten kalacaklara. Geçmiş duygularınızı etkileyememiş hep bir istek hep bir yakarış hep bir "hadi ya" doldurmuş içinizi. Bol ünlemler katmışsınız hayatınıza. Ve noktalama işaretlerine ihanet en çok ınu sevmişsiniz virgülle devam edecek bir yazıya onunla son verirken. Son verişler almışsa da hayatınızı bir ilkokul çocuğunun ki kadar bile sürmemiş yalan özürleriniz. Hayatı günlük yapraklarından ayıramamış. Yakarak yokedilen zamanlara inanmışsınız. Gözler karanlık saçlar karanlık ve karartmışsınız içinizdeki yeşilleri gökyüzünün mavisi gözlerinizide morarırken. Havaya siyah dumanlar saçarken bacalar evlerden.Karmaşada siyah bir düz, metalde çürük bir boyalı parça, hoş ışık oyunları oynayan delinmiş ozon...

Siz yoksunuz belki de... Varlığınıza inanmadığınız yerlerde dolandığınız gibi hayal ettikleriniz de biraz kendini beğenmişlik belki de . Yazara da konuşur eleştirir diye beklerdim bir süre belki de. Ama yazım sonlarını vururken kıyılardaki dalga kıranlara farkettim de böyle bir çabayı bile beklemek çok olur sizden. Eleştiri değil yergi, söz değil küfür, arkadaşlık değil mezar bekçiliği olun ancak yapacaklarınız.

Hayattan her şeyi beklerim kötü haberleri daha çok, tüm kötü haberler adıma postalanmış iadeli taahütlü bir pul var üzerinde beni bulamayınca geri dönüyorlar....

7 Eylül 2008 Pazar

Bir varoluş biçimidir....


Hayat beni öyle özledi ki saçma saçma konuşmaya başladı...

Anlaşılmaz olup Televizyon ekranlarına çıktı...Kapattım...

Hayat ölüm olup gözükmek istedi...Cesaretim yok dedim...

Sevda olup pencereme geldi... Duvarlar yokken pencereler gereksiz dedim... Gitti...

Bu akşam belki farklı olur dedi. Sabahı iple çektim...

Hayattan kaçılmaz dedi... Olduğum yerde durdum yakalayamadı.

Gözleri kıpkırmızı karşıma çıkıyor herşey, herşey daha bir anlam kaybediyor ben anlamlanırken. Ne yapacağım, ne için yapacağım sanki boş bir eylem benim için artık. Eski dostlara baktım da çökmüşler değişmişler... Hayat dedi ki tanıyamazsın. Benim eserim...

Anladım ki hayata gülmeyen ondan kaçan ama eninde sonunda ona teslim olanların hali bu oluyor. Dağılıyor yıkılıyor ve hayatın ona biçtikleri rolde yaşıyorlar. Hemde nasıl biliyor musun ? Bahaneler üreterek. Bu böyle ama zaten ben buna uygunum diyerek.... Yazık olmuş anlayacağın..

Şimdi Cd-Rom'u açtığımda karşıma çıkan,

Eski kitaplarımın arkasında saklanan,

Anı olup duvarıma yapışan,

Arkadaş olup yanımda duran,

Ve bütün bir çoşkusuyla beni kucaklayacak olan bu yaşam benim!.

Yaşam, hayattan kaçma biçimidir. Tuna, bu sanatın farkına yeni varmış olan birisi.... Artık biraz daha güçlü... Doğarken de tek başımaydım, bir kere başardım yine başarabilirim. Evet...

6 Eylül 2008 Cumartesi

Can bu, insan bu milletler güreşi değil ki...


Günümüzde kavramlar her dakika kan kaybediyor. Binlercesi sözlükte dahi kendilerine anlam bulmakta zorlanıyor. Bunlardan birisi de milliyetçilik. En temel haliyle mülkiyetle birlikte ortaya çıkar bu kavram. Bir şeylere sahip olma isteği ve bir şeylere sahip olan insanlarla grup olduğumuz zaman. Bir duyguya bir birlikteliğe sahip olduğumuz an çıkar. Fakat içi boşaltılan tüm kavramlarda olduğu gibi, yobazlıkla eşleşen de birçok kavram var. Yine bunlardan biri de bu türden dayanaksız ve sakatlanmış açıklamalar elbette.

 

Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeni’yiz sözünü daha ilk duyduğum saniye aklımda anlamlandırmışken. Evet, bu ne akıllıca bir tepki diyebilmişken ilk önce insanımdan duydum bunu yadırgayan davranışları. Daha “Hayat Bilgisi” kitabından bile önce başlayan Mustafa Kemal’i adam gibi tanıyamamışlardı belki de. Ve hiç utanmadılar yaptıkları her köhne ve saçma açıklamalarda. Ermeni dölleri, pis yalakalar, X’in uşağı, y’nin köpeği derken. Sözde milliyetçiler raylarından çıkmış oraya buraya saldıranlar olduklarını fark edemediler fark etmeyecekler. Hala sokak kavgalarında kızları mahalle mahalle bölerek büyüyecek, kendi soykırım efsaneleri arasında toptan tüfekten silahtan bunların güzelliğinden bahsedecek. İnsanlığın farkına varamayıp adeta kendisini İnsanüstü bir yaratık olarak tanımlamaya gidecek ve bir medeniyetin karşısında fark etmeden duracak. Utanmadan…

 

Kimisi okuyacak, okuduğunu anlamayacak anladığını yanlış anlayacak ve gündem karmaşasında yüzeysel açıklamalar yapmayı deneyecek. Ben Türk’üm demek ona göre bir kişiyi öldürmenin güzel bir sebebi olacak. Ölen bir kişiye tepki göstermek onun hangi milletten oluşunu düşünmeden onu sahiplenmek ve bunu yapan bizden değildir demekte yine bana ve beni anlayan birkaç kişiye düşecek. Bugün bu düşmanlığı, bu aymazlığı, eli kanlılığı sadece bir insan düşünmedi, hayır sadece birden fazlası da düşünmedi, bugün bunu bir kısmı ülke yönetimine aday, bir kısmı ise zaten yönetimde olan partiler bile destekledi.

 

Hiç belirsiz aslında biliyor musun? Belki de bir Ermeni kurşunu vuracak beni belirsiz bir yerde. Ben yine de böyle düşüneceğim o anda bile. Çünkü bu ülkeye güvenen güvercin ruhlu bir insan öldürülmüşse ve bu haksızlığa yaltaklanan varsa bu yediğiniz inanın çok büyük bir … tur.

Umurumda olmayan bir yönetimin cumhurbaşkanı bir geziye gittiyse; onun arkasından bir tır dolusu da koruma gitmiştir korunsun diye. Ama yine aynı yönetim kendi topraklarındaki bir yazarı koruyamadıysa ve korumuyorsa da hala sizin gibi köhne kafalardan, bende derim ki milliyetçiliğin her türlüsünden nefret ediyorum.

 

Benim milliyetçi çizgim belli belki kendimi bildiğimden beri. Haksızlığın var oluşunda da fikrim böyledir. Evet, Türk’üm Türkçe düşünüyorum belki ama o gün “Hepimiz Ermeniyiz Hepimiz Hrant’ız” diyenlerle birlikte olamadığımdan dolayı da üzüntülüyüm. Bu maili görmek sadece beni o akıllı insanlara , o güzel insanlara katılamadığım için daha çok üzdü.