31 Ocak 2009 Cumartesi

Davos Fatihine Kedi'den Öğütler...

Yıl 1923, dışarıda kışa nazaran ısınmış bir hava; içeride ise hararetin doruk noktalarında bir tartışma. İsviçre'nin Lozan kentinde Lord Curzon ve İsmet İnönü inatla başlarını birbirine yaklaştırmış ve İsmet İnönü'nün uslanmaz inadına dayanamaz ve bir çırpıda şu kelimeleri söyler:
“Ne istedikse hep reddettiniz, reddettiklerinizin listesini cebime koyuyorum. Bizde para çok. Yoksul ve yıkık Anadolu’ yu tamir ederken, ihtiyaç duyduğunuz para için Londra’ ya geldiğinizde; şimdi cebimizde koyduklarımızı, birer-birer sizin önünüze koyacağız. ”

Diplomasi...

Biraz eskilerin tanımına benzettim bu sözcüğü son olaylar çerçevesinde "kıldan ince kılıçtan keskin".Ödememenin ve karşılığını almamanın kesinlikle mümkün olmadığı bir borç bu diplomasi.

Bahsedeceğim olay elbette bir kısım basında şiirlerle karşılanan "Davos'un Fethi"(!). Başbakan kendince kendisini engellemeye çalışan eli görüyor ve "krizden fırsat yaratıyor" aynı zamanda da"oy avcılığında" bir anda ön sıralara yerleşiyor. Ezilenler, yıkılanlar, fakiri fukarası toplanıyor da güller çiçekler eşliğinde karşılıyorlar bu "Elitler zirvesinden dönen sözde fatihi". Bir gazete Davos'un düzenlenmesi için yapılan harcamalardan bahsetmişti zirveden günler önce, siyah-beyaz finans sayfalarından birinde yer alan bu liste başbakanın milyonlarca ton kömürden vazgeçtiğini gösteriyor. Garip, fetih biraz pahalıya gelmiş hele toplanan zenginler zirvesinden dönen adamı karşılayan fakir halkı düşününce anlaşılıyor ki bu şekilde daha ucuza getirildi bir çok seçim yatırımı.

Daha önceki yazılarımda yorumcular olsun kendi arkadaşlarım olsun bana biraz kızdılar. Paranoyak davrandığımı, komplo teorilerine çıktığımı söylediler. Komplo teorisini zor sanırlar da aslında en basiti odur bence. Belgeye ihtiyaç duymadan atıp tutmak, basit temellendirmelere getirmek değil mi bu teorisyenlerin işi. Bu hükümet bana kalırsa buna ihtiyaç bırakmadı. Sadece haberleri iyi ve çok fazla kaynaktan takip edin yeterli. Açıkçası ne kaynak bulmakte ne söylediklerimi kanıtlamakta zorlanmadığım bir yazın süreci yaratıyor gündem bana. Yine "Davos Fatihi"mizden bahsedeceğim istemeden ama başbakan "gül döktüm yollarına" karşılamasından sonra koşa koşa bir açılışta kırmızı kurdelayı kesmeye gitmesi ne gariptir. Herhalde o olmasaydı başkası gidecekti ne diyebilirim ki. Süleyman Demirel geliyor aklıma ansızın. Kimse bana seçim yatırımı çabasıyla özel yapılmış bir harekettir dedirtemez.

Diplomasi, sessizlik içinde bilgi gerektirir fetih edebiyatı değil, hamasi bir uslup değil bilgisi, görgüsü aklında sırası geldiğinde "kodum mu oturturum" edebiyatı değil, akıllı cevap veren bireyleri bekler. "Uzlaşmacı tavır bekler" diye bir kelime ise kesinlikle edemem çıkarlarını kazanan kişi ister diplomasi, planlanmış hesapları bir satranç edasında işlenmesini bekler "çıkar giderim"i değil elinde kozlarla girip kazançlarla çıkanı bekler. Davos'ta kozlar saniyeler içinde harcanmış ve kısa sürelik bir gelir elde edilmiştir dünya basınında. Yazıma başlarken "Davos"a bir karşılaştırma değil diplomasiye bir örnek verdim ama sonunu getirmedim.

Lord Curzon, bu sözleri söylediğinde dönemin en parlak devletinin lideri Lloyd George'ta oradaydı tüm bu sözler sarfedildikten sonra, kaybeden Yunan atına oynayıp Anadolu'da elenenlerden birkaçı konumuna düştüler. Bu süreçte İzmir İktisat Kongresi'nde hem Osmanlı'dan kalan borçların ödenmesi hem de kalkınma hamlelerinin karşılanması adına maddi kaynak sıkıntısı yaşanmış olsa da ne Mustafa Kemal Atatürk ne de İsmet İnönü, hiç unutmadı Lozan'ın o atmosferinde kendisine söylenenleri Lloyd George, Lord Curzon ömürlerini beklemekle boşa harcamışlardı.

Hoş...

1950'lerde gelen "Beyaz Devrim"(!) unutmakta bir sakınca görmedi ve dış borçlanmada kusur görmedi. Onlarda dedelerinin cebinden kendi ceplerine gelen mirası çıkarmakta ve sıkışık zamanların Sevr'ini kabul ettirmekte hiçbir sakınca görmedi.

Diplomasi adeta bir satranç oyunun açılışında yapılacak bir hamlenin "hamle" olabilmesi için oyunun sonuna dek neden yapıldığını unutmamak gerekli.

Fransız bir felsefeci "Gustav Lé Bon" şöyle demiş vakti zamanında : "Uluslar görünürdeki varlıklarını yitirmekle yıkılmazlar.Bu felakete uğrayanları yıkan asıl illet; belleklerini yitirmiş olmalarıdır."

29 Ocak 2009 Perşembe

Sorumluluğumu tamir ettim... Artık çalışıyor...


Bitti...

Yok yok melankolik bir yazı değil bu, yahut ima,sima anlatacakta değilim biraz imge,simge var desem de yalan olmaz ama. Bir dönem daha bitti manasında bitti. Biter bitmez koştum odama koşarken düşürdüklerime aldırmadım, arkama bile bakmadım anlayacağınız. Odam eski aşklar, hatıralar, anılar yığını olmuş baktım ki zihnimden saçılanlar kağıtlarda, kağıtlar ise dev kutularda yer bulmuş.

Attım hepsini bavula...

Mola verilir ya yollarda, durdum yolların her sevdiğim yerinde. Sarışın, alımlı tospaam,woswos'um ya da orjinal adıyla 56 model Beetle hiç yalnız bırakmadı beni. Yanlış zamanlarda yanlış ellerden alıp yanlış ellere verişimi hiç hatırlatmadı, belki de o da unutmuştu benim oldu Ankara - Tekirdağ arası her beyaz kesik çizgide. Karnımız acıktı bavullar anılar, aşklar, hatıralar dolmuş arka koltuğuma sığdıracak arkadaşlara yer kalmamış kim bilir belki bir gün olur diye attım bavulları da yer açtım geleceğimin yol arkadaşlarına.

Tekirdağ...

Yollar biter bitmez aralanan bu güzel şehirde güzel bir gezinti geceden arta kalan gündüze değer katmak istedim. Arabam yollarda her duruşunda arındı ağır yüklerinden, duygularından ,hatıralarından yorgundu o; ben yürüdüm.

Burnumda yalnızca denizdi kokusunu duyumsadığım, öylesine güzel öylesine derin övgüleri yapamam basbayağı yosun, anason bir kısım da falan-filan kokuyordu. Ama belki de algılarımız değişmişti yıllar yılı geçen günün yağmurunda ıslanmış tuzlarla aşınmış bu taşlarda yürümek mutluluktu. Uzun süreden sonra mutluluk ise ayrı bir mutluluktu. Bu şehirde güleceğim dostlar da vardı gün olup sarılıp ağlayacaklarım da, muhabbetlerin en güzelini yapacağım insanlar ise bir iki dakikalık mesafemde şimdi. Anladım ki ihtiyacım yok benim melankolilerin tümüne. Uzun zamandır aç olduğum geldi aklıma onca yük atmıştık yolda yorgundum. Hemen "Tuna Cumhuriyeti'nin" milli yemeği geldi aklıma koşup bir "sorumluluk simiti" aldım. Öyle ya yaptıklarımı başkalarının üstüne atamayacaktım artık, kendi hatalarımın hesabını her melankolik yazımda çıkarmayacaktım başkalarından, ağlayacaksam bilecektim ki kendi hesabıma doluyor gözyaşlarım duygu kasasına artık. Ve bencillik değil artık başlayan tamı tamına "sorumluluk" görüp görmediğim herkese tavsiye ettiğim sindirimi zor, gururu,onuru yüksek bir kavram.

Zaman hızlı geçerken ufak güneş pırıltıları arasından hava kararmadan bir minik yağmur başladı. Korkmadı kaçınmadı kimse yağmurdan. Sildi, süpürdü temizledi son kalıntıları yağmur. Şemsiye altındakiler, pervaza sığınanlar ise sorumsuz ,korkak ve yaşamdan zevk almasını bilmeyen kendi kendilerine kaldıkları her anı kendilerine eziyet eden üzüldüğüm insanlardı.

Şimdi o üzüldüklerim,
şarkılar söyleyecek, eşe dosta söylenecek ya da sadece söyletecek,
kimisi yazacak, defterlerin köşesine ,sıraların üstüne ,beyaz kağıtların en pürüssüz yerine
ve şüphesiz yine kopya kalplerinin tadında sorumluluğunu almış birisine benzeyecek tatları her yaptıklarının.

Ağlayan, sızlayan, inleyen, ölen, tatmadık acısı kalmayan, boğulan, göçen, yiten sizlersiniz...

Ben mutluyum... Söylesenize ne zaman suç oldu mutluluk ?

20 Ocak 2009 Salı

Jules Verne'in Nehirleri

"Neden öldürmüyorsun ?"
                            Vanilla Ninja

Senden kaçmak giderek güçleşirken, her dakika her saniye yaklaşırken kara deliğe. Yok oluş, kaybolmak, karamsarlık mutluluk verirken düştü Enigma'm bir denize. Biz değil, ben yenik sayıldım her savaşın sonunda kaybedeb taraf belirsiz bile değilken.

İnsanlar düşman olduğunu söyledikçe, senden öte dost bulunacak bir dokuzuncu köyün hayalini kurmadım, bana yalan söylememiştin...

Giderek senin emrine girdiğimi söyleyenler umurumda değildi, dilediğim an serbestimi elimde tuttuğum ortadaydı, özgürlüğümü almanın can yakıcı olacağına kulaklarımı tıkamış olmalıyım...

Sana zarar verecek ben miyim diye soramam "ben" kavramım yok yanında, ama ihtiyacın yoktu.. Hayallerimle güzel bir oyun oynamaya.

Gözlerin ne kadar hızlı değişirmiş. Jules Verne hikayelerinde ki nehirlere benzetirdim gözlerini, hep durgun ve akıllı içinden geçenler ise aklın sınırlarını zorlayan ama zararsız, nehirlerin bu kadar hızlı korkutucu ve tehlikeli yükselişini görmemiştim... 

Biliyor musun ? 
...elbet biliyorsun da yine de söylesem daha önce can yakmamışların ne kadar tehlikeli olabileceğini. Sözlerinin en ufak vurgusundan kalbe kurşunlar saplayabileceklerini. 

Gözlerini benden kaçırmana gerek yok artık,
Sözlerin en ufak güvenlik önlemine gerek duymadığım anda vurdu zaten.
Ölmek için yeterince özgürüm sadece seni bekliyorum son vuruş için.
Tüm rüyaları unuttum, tüm hayaller parça parça yerlerde
Değersiz gördüğün şu kelimelerimle kendimi yok etmeden
Merak ettim de neden öldürmedin beni hala ?

8 Ocak 2009 Perşembe

Bilim kuşe kağıtlara gömülürken....

21 Mayıs 2008

Unutulması en kolay tarihlerden birisi. Unutmayacaklar ise zaten bilime gönül vermenin delilik sayıldığı ülkemde sağ kalabilen,akıllı kalabilen ve dik durabilen bir kaç bilim insanı.
21 Mayıs'ta Tübitak yasası yürürlükten geçtiğinde gazetelerde Türban konuları yeni yeni açılmakta mitinglerden şehitlerden bahsedilmekteydi, yani gündemde bir tek savaş yoktu hala aynı şeyleri pişirip tartıştığımız zamanlardı yine ve ben o günün hatırasına saklamıştım bir gazetenin düzgün kesilememiş küpürünü. Sonu başlangıcı olacak diye iddialı konuştuğum haberdi kendileri bakalım öyle olmuş mu ?
Yasanın dedikleri oldu mu ? Evet hem de fazlasıyla. İki ay sonra Tübitak'a ait burs kaynakları devlet (!) denetiminde kontrol edilir olmuştu, ört bas etmenin yolu olarakta burslarda yüksek oran da artışla gözlendi. (Benzeri bir çabayı polise,askere göz kırpmak isteyen şirinlik abidesi Erbakan'da yapmamış mıydı ? ). Tam hop noluyo diyen bir kesim oluşacaktı ki yaprak dökümü değil, yaprak koparımı dönemi başladı ve Tübitak bünyesinde ki mazlum edebiyatı değil de bilim yapan onlarca insan ve yine onlarca yıllık emek kapının önüne koyuldu. Tanımadıkları bir özel şirket gibi olmuştu Tübitak onlar için artık... Bir firma.... Şirket belki de...


Atılmalar ve zoraki istifalar dergi bünyesinde yaşanmaya başlayınca, Tübitak'ın dışarıya açılan penceresinde halkın tedirginliği başladı daha bilim çocuk zamanından beri içli dışlı olduğumuz yazarlar, mektup yollayıpta cevap alabildiğimiz belki de tek insanlar birer birer künye'den düşer olmuşlardı. Dergi giderek bir çevirmenlik abidesine dönüştü önce, her yazının altında populer science ismi gözükmeye başladı farkedemedik belki de sonra baktık ki derginin en özgün kısmı sizden gelenler bölümü haline dönüşmüş. Ve bir gün "Her ayın 15'inde basılır." denilen ve üzerine 3 gün yolda geçirse 19u kesin elimde diye hesap yaptığınız dergi korkunç bir sahtelikle açıklama yapar, Bilim ve Teknik, Bilim Çocuk dergileri artık abonelik almayacaktır sebebi ise yollarda dergilerin başına gelenlermiş, 1999'dan beri abonesi olduğum dergi bir kez olsun harap ve bitap düşmüş gelmedi elime yahut gel
memezlik yapmadı. Rötar yaptı 1 ay sürdü belki de ama tatile gittiğimde apartmanın girişinde buldum dergilerimi 3 aydır orda dursalarda sağlam ve kendinden emindiler, poşetinden çıktıklarında "dik" durabiliyorlardı "düzgün" bir yüzey üzerinde. Asıl büyük hayal kırıklığına daha varmış bilemedim, dergimin geldiğine dair anons yankılandı ve ben koşarak indim yurt merdivenlerinden karşımda bir broşür vardı. İnternet alemi dedim sinema dergisi falan heralde belki de ucuz pizza veren bir yer açılışında katalog bastırmıştı.

Fakat o baktığım şey "Bilim ve Teknik" dergimdi ve bir IKEA kataloğundan da vasat durumdaydı. Kuşe kağıda basılı kapak ve ilk on sayfada artan Tayyipsel ve Gül'sel gülücük oranlarıyla dergi artık tanıtım broşürüydü. İstesem doğan burda rizzoli denen garip isimli kuruluş bana "hey girl" gibi bir dergiye dahi 50 yıllık abonelik verir yazık ki fakir kalmış dergimiz artık kapıya broşür teslimi yapmak istemiyor.

Zaten iyice fakirleşmiş künye de ne anlattığını toparlayamamış bir
yazıyla başlamış ve kısacadan bitmişti. Artık kurumdan koparılmak istenen bir dergiyle karşılaştığımı farkettim, yazık olmuştu açıkçası ve ülkemin çürümüşlüğünün artık yüzeye çıktığı bir zaman da "düz" bir yüzeyde yoktu zaten politika ve siyasallaşmanın "reklamı" haline gelip "yumuşamış" dergim için. Sanırım bana öğretilen son deney de bu oldu Bilim Teknik'in son sayısında... Artık dik durmuyor Bilim ve Teknik Dergisi (!)...

1 Ocak 2009 Perşembe

Hayal...

"O bir hayal unut gitsin, o bize en uzak gezegenin çok yakınından geçen bir peri"
"Titanic"

Eski tadı vermez ya yeni şeyler asla işte "hayal" eskiye duyulan özlemi bugün yaşayabilme umududur. Plastik hiçbir araba, sovyet malı teneke arabam kadar kıymetli olmadı. Kurma kolu aramıştık şehrin dört bir yanında bulduğum da hayalim olduğunu fark ettim kurma kolunun. Ama her hayal gibi onu da fazla kurmamak lazımdı, kaybetmemek için.

"Hayal" siz en kuytularda uyurken gökyüzünde ki yıldızların sayısını tahmin etmek kadar zor şimdi.
Gözlerimi dikip baktığım her yerde "hayal"in gözlerine denk gelmek te bir o kadar zorlu.
Basit hayatlarımız var.Ancak yürümenin güç olduğu anlarda kıymetini anlıyor ya insan özgürlüğün, "hayal" özgürlüğe kavuşmak kadar güzel, kavuşunca unutmak kadar da vefasız. Bir çok durumlar arasında geçip giderken zaman, onu hatırlayıp gülümseyebilmek aynı anda da asla diyip hiç gereği yokken üzülebilmek.

Bir yıldız kadar büyüksün heybetlisin, ilköğretimin getirdiği bilgiler öğretmiş sana içinde protonların nötronların gezindiğini en muazzam yapısın belki de ama uzakta görünen gezegene ulaşamayacak kadar güçsüzsün.

Olmayacağı bilindiğinde mundar dediğin, umuda kapıldığında umutsuzlukları sepetlediğin, her umutsuzluğunda yine başa döneceğin,döneceğim... Hayal'im.

Çok kurarsan bozulacak, az kurduğunda umutsuzluk kapıyı biraz erken bir saatte çalacak. Ama çalıştığı her an yüzünde hayal'in yarattığı gerçek gülümsemeler alacak.