24 Aralık 2008 Çarşamba

Gözlerin,gözlerim karanlık...

"Gözlerin başka baktığı yerlerde sana rastladım gözlerinde ben vardım."


Her gün bindiğim otobüs... Uzaktan yine yavaşça yaklaşıyordu. Yolcularla dolu olduğunu isteseme de binemeyeceğimi bilmiyordum. Otobüs yaklaşmadan gözlerim gözlerini aradı yüzünde, ellerini hissettim daha önce bana ait olan ellerimde. Perdeler kapanmadan ışıklar yandığında hata yaptığımı düşünmüştüm. Oysa ellerimde hissedemezdim ellerini, ve hisleri unutamazdım gözlerin gözlerime değdiğinde.

Kaç dakika sürerdi ki buluşmalar kaç gönül yakalanırdı ansızın söylenmemiş aşklara. Ve imzasız bir sözleşmenin üstünde mutlu olur muydu aşk. Zaman hızlı yakaladıysa da çabuk bırakmak istemedi. Çabuk terketmek istemedi ama hep kısaydı sıkış tıkıştı uzun gibi görünenlerin içinde başkalarının parmağı el ve onlardan zorla koparılmış zamanlar vardı. Asırlar limitinden aşk yapan günüme inat önce günlere yenildik... 

Güzel, gittiğinde ardında hiç kırıklar bırakmadı kalbime batmıştı gidişi ama anılar vardı ve kötü anılar giderken benim kırdıklarımdan ellerime batanlardı. Kendi tetiğimi çeken yine bendim. 
Affetti yada sadece öyle davrandı. Sevmedi ya da hala severmiş gibi davrandı. Bilmedi, hatırlamadı,görmedi belki ama hiç kalp kırmadı. Geri döndüğünde gözlerde bir kaç dert tünemişti. Eskisinden canlı bakıyordu ama zihni kalabalıktı. Farketti ki bindiğim otobüsler beni yine aynı durakta indirmiş ben hala bıraktığı yerdeyim. 

Elimi tutar mı diye bekledim...
Gözlerime tekrar bakar mı dedim...
Ya aşka bakar mı gözler tekrar...
Hayat farklı zamanda yaşansa bize neler getirirdi ? 
Binlercesi aklımda dolanırken gözlerimi kapattı elleri. Hafif bir koku vardı, tanıdım. Bir otobüse binmeden beni güzel bir yere götürdü gözlerim kapalı. Olanları hatırlamıyorum ama dakikalardı bizi sınırlayan önümüzde ben sana çok aşık olmuştum sen sadece gülümseyerek gözlerime bakıyor yerli yersiz parmaklarını hissettiriyordun ve bitti.  Bir şiir yolladın senin gönlünden başkasının diliyle yazılmış. Biz farklı coğrafyalarda okuduk onu. Kendimizden bir şey bulduk, hüzünlendik, sevdik,anılarımız canlandı ve bir daha göz göze gelene kadar çıktı aklımızdan. Hayatın içinde bulduk kendimizi...

Ben hala o durakta... Karşıdan gelen otobüse bakıyorum...

19 Aralık 2008 Cuma

Buraların en yüksek yeri...

Yeniden konuşalım, daha önce konuşmadık ama yeniden konuşmak gibi geliyor seninle konuşmak. Belki gözlerinin içine bakamam ama karmaşamı paylaşabilirim seninle. Hayatın duraklarından vardığım yerde bulduklarımı paylaşabilirim ve sonra da seni nasıl tanıdığımı anlatırım. Ama gözlerine bakamam...
Gel buranın en yüksek,en soğuk yerine çıkalım. Sarı ışıklar... Beyaz ışıklar yer yer gölgeler ama yine sarı ışıklar... Ve sen konuşsan, nereden çıktığı belli olmayan bir konu hakkında bir çok şey söylesen bana. Ben aralarından acaba bana mı ithafen söyledi diye güzel sözler ayıklasam sözlerinden. olmayacak işleri oldursak ta bıraksam şu karanlığımı üzerimden artık. Kış geldi,soğuklar geldi karanlıklar üstüme çıkıyor belki ama ben hiç üşümüyorum seninle. Çünkü sende üşüyorsun, herkesin aynı durumda olduğu yerde kelimelerin o durumu ifade etmesine gerek yok. Hissedeceğiz belki ama asla gerçekten üşümüş olmayacağız.

Konuşmaya devam et, nereden geldiğini bilmediğimiz bir konuda konuşalım. Kimin seni buraya getirdiğini konuşalım. Ve sen bana, beni nasıl bulduğunu anlat.

Sustu...

Neden,nasıl, ne yaptım ben derken aniden ağzımdan fırlayıverdi sözcükler, ben değildim sanki bunu söyleyen...
"Kurtar beni bütün renklerden..."

Gitti... Yalnız olmaktan mutsuz değildim üzülmedim gittiği için,bir kayıp değildi sanki ama dünyalar kaybetmiş kadar da kötüydü yüreğim. Bir his vardı içimde peydahlanan. Üşüyordum...

Koşarak indim tepelerden aşağı, gözlerimde ya da zihnimde hiçbirşey yoktu sarı ışıklar büyüdü gözlerimde içeri girdim ve kapattım kapıyı üstüme.

18 Aralık 2008 Perşembe

Suçluların telaşı içindesiniz...

"... 1960 öncesi...

Ana muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü, meclis kürsüsünde iktidarın keyfi, hukuk dışı icraatını sert bir dille eleştiriyor.
Demokrat parti milletvekilleri, Atatürk’ün silah arkadaşı, ondan sonraki cumhurbaşkanı bu yaşlı, kurt politikacıyı konuşturmamak için bağırıp çağırıyorlar.
Hakaretler yağdırıyorlar, aynı anda da sıra kapaklarına vuruyorlar.
Paşa bu şamataya aldırmadan konuşmasını sürdürüyor.
Sonra birden sus
uyor ve DP grubunu izlemeye başlıyor.
Paşa’nın sustuğunu neden sonra fark eden DP milletvekilleri şaşırıyor, onlar da susuyor.
O zaman paşa tane tane tarihe geçen şu sözlerini söylüyor:
"Sizi tarih kürsüsünden seyrediyorum. Suçluların telaşı içindesiniz."


Yıl 2008, Türk televizyonları ilk örneğinin üzerinden çok uzun süre geçmeden bir başka TV'de "yüzleşme(!)" seanslarından birisini sunuyor. Susan toplumun kahramanlığını üstlenmiş büyük bir çevrede cengaver kabul edilen bu ana muhalefet partisinin önemli bir gücü, diğer yanda iktidarın en uzun dönemli ve en tartışması bol büyükşehir belediye başkanı. İkiside güçlü olduğunu ikisi de haklıların haklısı olduğunu idda eden birbirlerine pabuçlarını ters giydirecek verilere sahip olduklarnı iddia eden iki insan. Bir yanda TV dünyasının güçlü ve bir o kadar da "halk dostu" madalyasını defalarca hakettiğini düşünen düşündüren bir sunucu.



İşte Türkiye siyasal sistemi bu kadar...



Peki ya diğerleri, kalabalıklar... Çok büyük kalabalıklar ama. Hani televizyon başındakiler, televizyonlarını yeni açmış izleyiciler ya da ekranı kan revan içinde küfüre boğmuş seyirciler. Ya onlar bu tartışmanın neresinde ?

Onlar bu demokrasimsi evcilik oyununun neresinde yer alıyorlar ? Belediye başkanının manipüle edilmiş beyninin "bırak şimdi Ankara halkını" diyen zihniyetinden dışlanmışken kendi halkını adamdan saymazken, partizan mantığıyla seçime bayraklarla koşan bu halk bu işin neresinde ?


Bu halk 1968'den beri yerinden pek kıpırdamadı aslında gidin bakın hala orada. Televziyon başında sevdiği sanallıkları alkışlamakta sevmediklerini mekaniğe dijitale elektroniğe inat tükürüğe boğmakta. Aynı "radyoların içinde küçük insanlar var sanırdık" diyen bir zamanların küçük anneleri babaları gibi. O sanallığı öylesine gerçek zannettik. Ve politik olduğumuzu da kendimize ancak böyle gösterdik başkasına arkadaşımıza, eşimize dostumuza kanıtlayamıyorduk ama birgün elbet onlarda TV'ye çıkar ve onları görebilirdik belki. Yahut facebook,msn gibi dostlarımıza "melih çok komikkkkkk" yazabilirler değil mi ?.... Değil mi ?

Bu TV başı yapıları sevmediğimi ancak Türkiye'de de başka türlü olmuyor gibisinden açıklama yaptığım bir yazımın olduğunu belirtir ancak yine de belki bir başlangıçtır bu diyerek umudumu korurum.

Yıllar geçti teknolojide bizde ve tabi Çelik'te değişti. Ama İsmet İnönü'nün verdiği tarih dersi zihinlerden silinsede geçerliliğini bir gram dahi kaybetmedi. Dün, siyasetin agresif adamlarından birine dahi sahne oldu televizyonlar. Hiç beklemediğimiz yok artık dediğimiz görüntüleri saf bir heyecanla izledim. Ve yine zihinmden sadece bu tek cümle geçti "suçluların telaşı içindesiniz". Yapılan hataların, batılların , yalana inanmışlıkların sonu hep gelir denirdi de zamanı yavaş işleyen Türkiye Cumhuriyeti'nde "Saatleri ayarlama enstitüsü" dahi görevini eksik yapar oldu. 15 sene görevde kalabilmiş yolsuzluklarını süslü püslü anaokulu çocuklarını özendirecek panolarda saklamış. Bir Ankara'dan şehirsel dönüşüm atağıyla söz ettirmiş bu beceriksiz dönüşüm ustasının suçları ortaya çıktıkça saklandıkları renklerin içinden, telaş baş gösterdi aniden. Zihinler karıştı, karışan kafalar aklı çığrından çıkardı ve devreye bağrışlar gürültüler saygısızlıklar içinde Türkiye'nin başkentinin başı olan adamın TV başındaki aymazlığı ve bağıran zihniyeti ortaya çıktı. Gözler büyüdü, sesler yükseldi tartışma büyüdü ve bir adam bilinçli halkın gözünde kendine ait küllerini dahi savurup yok etti. Dengir Fırat'ın dahi kendini kaybedişlerini görmüştük belki ama bu raddede bir yokoluşa geçiş ancak suçun verdiği can yakıcılıktı. Gerisini hemen hemen takip eden bilinçli kesim biliyor, bilinçsiz olan olmaya zorunlu bırakılan kesim ise ya çıkarının peşinde el etek öpme gezmelerinde ya da en karamsar bakış açısıyla halen olaylardan bir haber ekmeğinin peşinde.

Kemal Kılıçdaroğlu'da kabul edecektir ki kendisine çok fazla görev düşmemiştir bu tartışmada %80~ oranında konuşan Melih Gökçek'in geriye kalan %20~lik kısımda ise konuşmalara müdahale etmesi tartışmanın etkin ve en çok boğazı paralanan kişiliğini gösteriyor. Sonuca halk karar verecek dense de yine medyanın manipülatif yapısına kanan, okuduğu gazeteyi "hepsi aynı nasılsa" diye seçen kahvehane toplantılarının en güvenilir adamının devlet babaya en yakın olan kesimi olduğunu kabul eden zihniyet ve zihniyetler kararı yine kendileri veremeyecekler. Geçmiş gün olur da "Aziz Nesin" konuşacak olursa yine diyecektir "bu ülkenin yarısı eşektir" diye yine yine haklı çıkmayı da başaracaktır.

Türk halkı derin uykusundan uyanacak mı ? Televizyon başında ki kalabalık bu kadar da değil deyip 5 yılda bir olan "kendi kendini yönetme" geleneğini bir gece de yıkabilecek mi ? Bu kadarı yeter diyebilecek mi ?


50'lerde başa gelmek için "yeter söz milletindir" sloganını kullanan demokrat partinin bu slogana ironik yarattığı zihniyetin bu kelimesi günümüz halkına ne zaman vakıf olacaktır. Bir 58 yıl daha beklemek mi gerekmektedir ? Umutlar azalıyor ve ancak Cumhuriyet'in zamanı da azalıyor. Bir kaç kahraman kurtarmak için çabalıyor kah batırılıyor kah bir kırık gözlük bir keskin kalem bırakarak bir gericiye can veriyor... Halk ne zaman gözünü açacak ?

Halk uyanana kadar ayaktasınız, tarih kürsüsü bu ülkenin geleceğine de son verecek bilirim hissederim ama sizlerde yargılanacaksınız ve canınız yanacak sizi kurtarmak için yanınızda olmasını bekledikleriniz ise ancak kendi dertlerinin peşlerinde olacak.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Eskiden buralar hep ince esprilermiş...Şimdi şimdi bu "şeylere" güler olduk...















"Biz de artık iyi şeyler yapabiliyoruz."

Kesinlikle bu tip klişe cümlelerle başlayamam yazıya. Çünkü hem klişelerden rahatsızım hem de "biz" mantığında kendimizi ötekileştirmekten hoşlanmıyorum. Uzun uzadıya mütalasını yapmanın da hadisesi yok kabul edelim göze kulağa duygulara hitap eden şey gerçekti ve ben bu gün bu iyi filmi izledim...

AROG

Sözün ilk başlaması gereken yer sanırım Cem Yılmaz'ın bu sefer gerçekten riskli bir iş yapmış olmasıydı. Espiri seviyesi ve ince nükteler dikkate alındığında filmin istediği bir anlamda kültürel birikim ve ince espiri anlayışı. Bu bakımdan hedef kitlesi çok çok dar keza siz bu filmi Starbucks'tan çıkıp koltuğa oturmuş bir anlayışla izlerseniz, "bööğk ne kadar kötü olmuş TikiCan" diye bir tepki verirsiniz ki, sanırım kimsenin gülmediği yerlerde 2-3 kişilik gülmekten yerlere yatan güruhu elbet görmüşsünüzdür. Evet, işte onlar o geniş kalabalıklara oranla iyi-kötü birşeyler bilen insanlar.

Film öncesi elbette her filmde gerek gişe olsun gerekte seyirci ilgisi olsun sürekli bir "Recep İvedik" karşılaştırması yapıldı hatta şahidiz ki "Mustafa" filmi dahi bu karşılaştırmaya kurban gitmiştir. AROG bu bakımdan birde güldürü öğeleri üzerinden tartışıldı ve Cem Yılmaz, "İstesem handycam ile de çekerdim ama ben özen göstermek istedim" dedi. İddalı ve benim canımı sıkan bir laftı. Açıkçası ne sanıyor ki kendini gibi önyargılı cümleler kurdum. Daha filmin girişinden itibaren de farkedildi aslında kalite, HD,VCD,VHS karşılaştırması değil bu ama iyi kötü film izlemiş bir adam görüntüyle etkileme işini bilir; bu anlamda gerçekten iyi bir iş yapmış olduğunu benim gözlerim onaylıyor. Ayrıca her ne kadar Jurassic Park'a defalarca gönderme yapılmış olsa dahi Dinozorlar ya da öteki canlılar pixel karmaşası içinde gerçekten çok uzak bilgisayarı nereye koymuşlar acaba denilen yapıda değildi bu anlamda can sıkabilmesi olası detaylara takılıp konuyu kaçırmadık. "Türk komedisi bel altına çalışıyor" zihniyetinin son örneği oldu sanırım bu film buradan da sonradan çekilmiş hababam sınıfı filmlerine, pek tabii ki sanki ilki tutmuş gibi devamı çekilen "Maskeli Beşler" serilerine ve elbette kabalığın güldürdüğü "Recep İvedik"'e kadar hepsine de gayette bitirici olmuş bir filmdir benim gönlümce. Küfürden kopalım elitist bir hayata yelken açalım diyen bir insan değilim sayısı önemli değil ama seviyesizleştirici ve "başka türlü popüler olmuyor" denilen türünü sevmiyorum. Filmde bunun kanıtı sadece tek bir söz kullanılmış olmasıydı gayette hoş bir yerdi.

Birçok komedi filminde yaşadığım korkuyu da yaşadım aslında, "evet espirileri sıra sıra dizdiler son dakikalarda yaklaştı seyircide genelde güldü pat bir sonuca bağlanacak işler" deyip senaryo eleştirisine girdim. Suçlu değilim çünkü bize bu göstrilip bu öğretildi. Ancak hangi izleyenin içinden "ya benimsin ya toprağın" sözünün bir milyon yıl önce olduğu tespit edilen bir mağarada bulunmuş olmasını istemedi. Medeniyette bizim de payımız var diyebilmenin gururunu 2-3 dakika da olsa bir film bize yaşatmadı mı?. Bence duygulanan ama komedi filminde ağlanır mı diyerek "heheh süper film yaa" diyen de var...Olmalı....

Olmasaydı da böyle olsaydı daha mı iyi olurdu ne dediğim bir yanı olmadı açıkçası herşey gayet yerli yerindeydi bana göre ve Türk Sinemasında bir mihenk taşı olabilecek ince espiri devriminin muhtemel öncüsüne de eleştiri yapmayı öznel çalışan aklım istemedi.Bu dalda film yapan bir Yılmaz Erdoğan bilirdim bir de Cem Yılmaz var kötü eleştiri deki beceriksizliğim biraz bundan sanırım. Ancak sanırım film bittikten sonra da güldürücüliği devam ediyordu keza en az filmde ki espiri sahnelerinde olduğu gibi bir kahkaha atmama sebebiyet veren olay bir seyircinin kızgın bir şekilde "1 milyon yıl önce dinozor yoktu ki bikere" demiş olması ve yanındakinin de "bende oraya takıldım evet evet" demesiydi. Zaman makinesi, GORA'lılar, uzaylılar tür tür canlılar bunlar hep var zaten...Evet...

4 Aralık 2008 Perşembe

Durakta....

Oyuncakçılarda aramaktan yorulunca bildiğim yöntemlerle bilmediğim zamanlara gidebilmek için yürüdüm otobüs durağına. Hafif kalabalıklar arasından sıyrılınca oturma fırsatı buldum belki bir gün gelecek olan otobüse özlemle. Çok iyi hatırlıyorum hemde gayet net. Kırmızı bir kulaklık beyaz bir kablo dışarıya doğru gelen hafif bir ses. Hiçbirşey olmadı, hatta zaman bile olduğu gibi durdu. Yavaşça başını çevirdi baktı, tam gözlerimin içine hiç şahidi olmadığım bir bakıştı bu tahminimce ona özeldi. Uzun süre ne kadar bilmiyorum gerçekten uzun süre gözleri gözlerimi, gözlerim gözlerini seyretti, sonra usulca toplumun "ol" dediği odaklara çektik kendimizi. Müzik sesi durdu, şarkının değişmediğini biliyordum, beni dinliyordu benden ses çıkmasada. Ya da uzaktan gelen tren sesinden hoşnuttu ve kapattı... Aklımdan o kadar düşünce geçerken benim sesim benim bedenimden benden habersiz yankılandı...

- Biraz konuşalım mı ?
- Evet, lütfen dedi kırmızılı kız siyah fularından tamamen kaldırdığı başından onaylayarak. Belli ki yol esir etmişti onu da yahut mutluluk sonrası acılarındaydı. Düşünmeden evet dedi. İsmini merak etmediğimi söyledim ona, bunu düzgün bir şekilde ifade ettiğime yemin edebilirim. O da hayır istediğimiz bu değil zaten sadece konuşalım diyerek cevap verdi. Gözlerim, gözlerinde rahat gezinemiyordu artık...
-Yol yapıştı üzerime her hüzün her mutsuzluğun ardından. Artık yaşamın saat ya da dakika olarak akması gelmiyor gözüme, bak dedim siyah asfalt üzerine beyaz çizgiler... İşte benim dakikalarım saniyelerim onlar. Görmesem de geçiyor görmesem de ilerliyor vakit.

Hiçbirşey demedi, yahut kendi zihinimin algısında duyamadım sesini. Çok sonra duyulur hale geldi.
-Herkes gibi değil biraz buruk çoğu kırgınsın sebebini biliyorum sakın anlatma, hayat bu yollardan ibaret, gözlerim bilincinde ki sen çok farklı senlerin esirisin.

Susma sırası bana gelmişti belki de. Uzun süre sustum cevap vermek versem de gözlerine cevap vermek isterdim. Yapmaktan korkuyordum, bakışlarım onun gözlerini yaralar diye korktum. Bir otobüs durağı iki insan.

-Ne kadar da soğuyor havalar kış gelince. Ne kadar kötü gönlümüz evvelden buzlar içinde biz hiç üşümüyoruz...
-Ne kadar korkunç yalnızlık, ne kadar acı verici mutlu edici.

Gözlerinin içine baktım, sustu o da baktı. Kim ne kadar birbirimize yaklaştırdı bilmem, kokusu geliyordu burnuma sadece, ufak meyvelerden birisiydi adını hatırlamadığım ama hafif bahar vardı. Biraz canı sıkkın bir bahar kokusu... Bize ait olmayan hatta sonuna kadar bizden uzak olan bir otobüs gürültüler saçarak yanaştı bir sonraki durağa. Ve sustuk... O müziğine geri döndü, ben düşüncelerime. Bir vardı bir yok oldu....

3 Aralık 2008 Çarşamba

Yürümek Zordur...

Saçlarım…


Karmaşık, dumanlı, ruhum gibi…

Ankara’nın tozundan dumanında…


Zihnim…


Bölük zevklerin odağında…

Yıkılmış, düşmüş bantlarla yapıştırılmış…


Avuçlarım…


Allara bulanmış her mutluluğu yakaladığında

İpuçları kesmiş parmaklarını…


Dizlerim…


Çocukluğumdan beri sinirli bana

Hep yaralı, hep kaçarken üzerine düşülen…


Düşmüşüm, yıkılmış yere açar açmaz gözlerimi kalkmışım ayağa denge kavramına ithafen yazdığım her satır yerlere fırlatmış beni. Övgüler boşa savunmalar ise çaresizdi parmaklıklar ardında hükümlerin altında. Fikirlerim kâğıtlarda esir olmuş metin avcılarına cadılar yakılmış alevlerinde, kimse anlayamamış düşlerde kâğıtlarda senin olduğunu. Yağmurlara saklanmış gözyaşlarım, minnete minnet duyar olmuş düşmüşüm bir soğuk sığ kuyunun içine… Çıkarmışlar sonralarda beni henüz yaşamım tamama ermeden… Her yanımda kırıklar, yıkıntılar, ezilmiş çarpılmış kemiklerim, başım dönüyor tutamıyorum ayakta kendimi, gözlerimi açıyorum… Islanmak değil bu sırılsıklamım… Üstüm başım aşk içinde…

2 Aralık 2008 Salı

Dialektik kovalamaca



İşler iyice değişti...

Var olan dünyam biraz farklı biraz komik şimdilerde...

Yüreğinden bir türlü çıkaramadığın gerçek gülüşü senden beklemiyorum bile... Ama seni özlüyorum....
Açıkçası renklerinden de sıkıldım, ama alışılagelmişinin bir yanlışla değişimi hoşuma gitti hatta çok güzel oldu... Çevrenden hoşlanmıyorum, konuşmaların ise sıkıcı.... Ama muhabbetlere bayılıyorum, hepside çok iyi insanlar... Silik bir karakter olduğun geliyor aklıma, farkındayım ki güçlüymüşsün biraz uzaktan bakınca, sonra bakıyorum karınca bile kimi yerde daha güçlü... Herkese senden bahsediyorum belki, sen sen olmuyorsun senden kaçıyorum bir iki laf etmek istemediğimden.
Sen beni farkedinceye kadar ölmüş olmayı diliyorum, ama yarın bana sırılsıklam aşık olman bence çok güzel olurdu.
Oyunlardan hoşlanmıyorum ama hayatın oyunlarla dolu olan yanında zorluk seviyesinin yüksekte olması ayrı bir zevk.

Sen olmamaktan bahsediyorsun, varlığına aşıksın ben varlığımı yiyorum, ölmekten korkuyorum...

Bu dünya çok güzel ve bir o kadar da sinir bozucu... Nil güzel bir o kadar kızgın...