24 Şubat 2010 Çarşamba

Darbe'tül Tarz

Yıllardır, olacak olmayacak, olursa nasıl olacak sivil midir? Yoksa askeri midir ? Darbe nedir ? Devrim nedir ? Atatürk hangisini yapmış? gibisinden kimi zaman saçma kimi zaman ise cahilce sorularla karşılaştık.

Bir yandan darbe yapmak için insanları korkutma ve darbeyi hazırlama koşulları hazırlandığı iddia edildi. Bir yandan da bu yapılırken insanlar "darbe korkusu"yla sindirildi. Bunun örneklerini senelerdir diyebileceğim bir süredir yaşıyoruz.

Dünün yoğun gündeminin etkisiyle haber kanallarında darbe yeniden canlandı. Bir tartışma sırasında telefon ile bağlantı kuran Taraf gazetesinin bir yazarı "ordunun toplanmasını zararlı buluyorum, öyle ki yarın bir darbe olabilir." diyerek, tartışma programlarında kapattığım "hızlı sinirlenme şalter"imi kaldırmak zorunda bıraktı. Ve karar verdim, yıllar önce "komunizm gelecekse onu da biz getiririz" diyen bir vatan hainine öykünerek darbe yapılacaksa onu da ben yaparım dedim ve yaptım.


Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bu dönemde hadi hayırlı olsun diyorum.

- Tayyip Erdoğan ve bilimum benzerleri kalkmıştır rahat olun.
- Halkı aptal yerine koyacak adamları seçmekte yasaklanmıştı halk akıllı olsun.
- İş bulamayanları mezun eden üniversiteler kapatılmıştır.
- Açılım açılacaksa onu da ben açarım yorulmayın.
- Yalnız insanların önünden çift olarak geçmek yasak.
- Yağma yapmayın lazım bişey varsa bana söyleyin buluruz.
- Bakanlar kurulu, rektör, milletvekili falan yok şimdilik bir tek ben varım.
- Komunistlere sarı kırmızı ve siyah renk yasak yeni şeyler deneyin biraz.
- Zamanla sevdiğim arkadaşları yönetime getireceğim haberiniz olsun.
- Okulları kapatmıyorum boşa heveslenmeyin.
- Darbeyi bir önderin adına yaparak onu karalamıyorum bizzat canım istedi diye yaptım.
- Anayasayı değiştirmiyorum, direk kaldırıyorum, giderken yerine yenisini yazarım.
- Her türlü izdivaç programı yasaklanmıştır, abazanlık kalkmıştır.
- Tüm kanallarda daha önce çektiğim filmler, görüntüler yayınlanacak onları izleyin.

Son olarak aziz vatanın sevgili halkı, korkmayın devletin, onu seçen halkı aptal yerine koyduğu sivil darbelerden yahut kan ve gözyaşı eşliğinde barış getirdik diyen darbelerden değiliz. Gayet eğlenceli bir darbe olacak eğlenmeye ve tadını çıkarmaya bakın. Bu anlamda diyebilirim ki bu darbe başka
düşünenler değil düşünmeyenler parmaklıklar ardında.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Adaletin sızlayan ekseninde "Dumlupınar Denizaltısı"

- Vatan sağolsun!
" TCG Dumlupınar"


Amerika'nın müttefiklerine yardım amaçlı olarak yolladığı iki denizaltıdan birinin ismidir "Dumlupınar". İkinci Dünya savaşı sırasında yara almış tamir edildikten sonra da Türkiye'ye hediye edilmiştir. Çanakkale boğazında yapılacak bir Nato tatbikatı için İnönü denizaltısıyla birlikte görevlendirilir, İnonü denizaltısı hızla ilerleyip boğazı geçmiş Dumlupınar ise sabit hızını sürdürmüştür. Ancak boğazın en keskin dönemecinde Naboland isimli İsveç gemisi, Türk denizaltısını göremez ve zamanında müdahil olarak geri dönemez. Büyük bir çarpışma sonucu denizaltı yara alır ve hızla batmaya başlar o sırada üstte bulunan iki denizci kendisini uzun bir yüzme sonucunda kurtarır ve bir tekne sayesinde kurtulurlar. İki denizci ise Naboland'ın geri dönmek için çabaladığı sırada gemiye ait pervanelere kapılarak ölürler. Artık gemide 22'si manevra dairesinde, 60'ı bitişik dairelerde olmak üzere 82 kişi kalır.


Denizaltı batar batmaz, "battı şamandırası" yüzeye çıkar 4 Nisan günü tüm gazeteler olaydan bahsetmeye başlar geminin şamandırasına bağlı olan telefon vasıtasıyla ilk görüşme yapılır.

-Alo aşağıdan, alo dumlu ben üsteğmen Suat Tezcan, beni duyan var mı orda?
-Komutanım ben Selami Astsubay, duyuyorum sizi
-Selami kaç kişisiniz, nerdesiniz?
-Manevra dairesindeyiz komutanım, 22 kişiyiz benimle beraber
-Diğer dairelerle bir irtibatınız var mı?
-Yarım saate kadar kıç batarya dairesiyle konuşurduk ama şimdi onlarında sesi çıkmıyor komutanım
-Tamam Selami sakin ol, hemen arkadaşlarına emrimi ilet, konuşmasınlar, şarkı söylemesinler, sigara içmesinler.
-Başüstüne komutanım, komutanım manometremiz 267 kadem gösteriyor doğru mu?
-(Üsteğmen Suat yutkunur ve der ki) Tamam selami sizi kurtarıcaz
-Selami astsubay bu ilginç soruyu tekrarlar, komutanım manometre 267 kadem gösteriyor, doğru mu?

Denizciler durumun ne kadar kötü olduğunu işte burada anlayabilirler. Yaklaşık 90 metre aşağısını ifade eden bu birim, dönemin teknolojisine ve Çanakkale'nin tarihin başından beri nice gemiler yutan akıntısının "imkansız" olduğunu söylemesidir. Bir süre sonra yüzeyde bedeni patlamış kan içinde bir askerin cansız bedeni bulunur. Bölmelerden birisini açarak kendini bırakmış kurtulacağını ümit etmiştir. Ancak yüksek basınca dayanamayarak ciğerleri parçalanmıştır. Kurtarma çalışmaları ümitsizlikle devam eder, giden dalgıçlar daha bir kaç metrede nefessiz kalıyor, vurgun yiyor ya da kırampa uğruyorlardır. Akıntının artması gemilerin kurtarma bölgesinde sabit duramıyor olması sebebiyle son bir konuşma yapılmak istenir. Konuşmanın şu bölümü TRT'den tüm ulusa yayınlanır.

-Alo Selami ben Üsteğmen Suat
-Emredin komutanım
-Selami, arkadaşlarına söyle, konuşabilirler, şarkı söyleyebilirler, sigara içebilirler.

Selami Astsubay bu emrin ne demek olduğunu çok net anlamıştı, 22 denizciyle beraber tek bir yürekten Dumlupınar'dan duyuldu,

-Vatan saolsun.

Bu Dumlupınar ile olan son görüşmeydi çünkü sabit tutma çalışmaları sırasında kopan bir halat eşliğinde Dumlupınar ile olan tek bağlantıyı yani "battı şamandırası"nı da koparmıştır. Artık ne yerini belirlemek ne de denizaltıda kalanları kurtarmak mümkün olur. 81 denizci bugün hala Çelik Mezarlarında bu sözün anlamında yatmakta, batığın 50. yılında Savaş Karakaş önderliğinde gemi bulunur kamerayla çekilir ancak şehitlere saygısızlık etmemek amacıyla içeri girilmez. Son görevi yerine getirmek amacıyla üzerine "vatan size minnettardır" yazılı bir plaket ve ölenlerin yakınlarının onlara bıraktığı küçük bir sandık içinde mektuplar bırakılır.



Türkiye bugün "Vatan sağolsun" sözünün manasını tartışmaya açarken internette ciddi anlamda dağınık olan bu tarihi belgeyi toparlamak için çabaladım. Birçok yanlış eksik şişirilmiş notlardan arındırarak sunduğum tarihi bir olaydır. Konu hakkında bugüne yönelik siyasi bir eleştiriye yönelmek istesede yazım benliğim, bunu yapmayacağım çünkü bu tarihi olayın okuyucuların özünde düşünülerek yorumlanması gerektiğine olan bir inancım var. Umarım vatanın toprağında, havasında ve denizinde görev yapmış bu insanlara duyulması gereken saygı bir şekilde hatırlara gelir.


20 Şubat 2010 Cumartesi

Dahi, ulusal kahraman ve vatan haini : Satranç Sanatçısı Bobby Fischer

Bir satranç üstadı...
Bir ulusal kahraman...
Bir Vatan haini...
Yalnızlık ve kaçışlar içinde bir ölüm...

Kim ne derse desin Bobby Fischer'ın bizim dünyamıza ait olmayan hayatı, 64 siyah ve beyaz kare içinde yaşandı ve bitti. 9 Mart 1943'te California'da yahudi bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi bir dahiden bekleneni yaptı ve okulla arası gerçekten berbattı bunda en büyük etkenlerden yegane olanı ise Bobby 6 yaşındayken ablasına alınan satranç takımı. O günlerde geleceğini bu kadar etkileyeceğini düşünmeden sahip olduğu bu takım onun tek yapmak istediği şeydi.

Ondan bahsedenler "Bobby ile iletişim gerçekten zordu heyecanla konuşabileceğiniz tek konu satrançtı ve konuşmanın durakladığı yerlerde Bobby'nin elindeki ufak kağıt üzerinde satranç hamleleri planladığını görürsünüz." der. 14 yaşında ulusal turnuvaları kazanan en genç satranç oyuncusu olarak tarihe geçer. Soğuk savaşın en çetin günlerinde satranç bu çarpışmanın en sıcak yüzüdür ancak sovyetler kendi sisteminin bir kanıtı olarak sunduğu satrançta her sene dünya şampiyonluğunu elinde tutmaktadır.

Amerika, bu genç adama güvenir ve onu İzlanda'da ki yarışmaya yollamaya karar verir, ancak Bobby paranoyalar, dahiliğin verdiği asosyallik ve erken yaşta başlayan agresif sinir sistemi hastalıkları sebebiyle maçlar büyük sansasyon yaratacak raddeye gelir. Bobby defalarca dünya turnuvasını yarıda bırakır ve tepkileri üstüne çeker. Ta ki Boris Spassky'nin karşısına geçeceği güne kadar.

Tüm üstadları 6-0 gibi inanılmaz skorlar eşliğinde yenen Fischer, ülkesinden Spassky ile maça çıkması için ödülün milyon dolarlarla ifade edilmesini ister, bu teklif aylar sonra kabul edilir. Artık maç Amerikanizm Komunizm savaşına dönmüştür. Ancak Fischer'ın istekleri bitmez bu asrın maçına çıkmadan önce kameraların kapatılmasını ister seslerinden rahatsız olduğunu söyler, ülkenin en iyi ses uzmanları makinelerle yaptığı ölçümlerde hiçbir ses duyamamış olsa da Fischer ısrarcıdır ve kameralar dışarı çıkarılır. Şimdi de masadan rahatsız olmuştur ve değiştirilmesi için yine isyan eder, ışıkların düzeninden, rusların Spassky'e yerleştirdiğini iddia ettiği telsiz düzeneklerinden dahi şikayet eder. Tomografiler yeni ışık düzeni gibi binlerce düzeltilen elden geçirilen ayrıntının ardından Spassky ile masaya oturur ve "asrın maçı" olarak akıllarda kalacak olan 4-2 skorluk maçı tamamlar. ABD'nin ilk ve son dünya şampiyonu olmuştur.

Tarih 1975 olduğunda ünlü usta Karpov ile unvan maçı yapması beklenen Fischer, Uluslararası Satranç Federasyonu FIDE’ye maçın oynanabilmesi için bazı koşulların yerine getirilmesini istemiş, aksi halde maça çıkmayacağını söylemiştir.

Fischer'ı reddeden FIDE, unvan maçı yapılmadığı halde Karpov’u yeni Dünya Şampiyonu ilan etmiştir. Bu olaydan sonra Fischer kayıplara karışmış, yaklaşık 20 yıl ortalarda görünmemiştir. Bu durum ona esrarengiz bir hava vermiş, satranç tarihinin en gizemli şampiyonu olarak görülmüştür. Yıllar sonra ise Amerika'nın Yugoslavya'ya uyguladığı ambargoya karşı gelerek bir turnuvaya katılmış üstelik bunu gizlice yapmak yerine alenen yapmış hükümetin kendisine gönderdiği resmi yazıya tükürerek cevap vermiş ve Boris Spassky ile Karadağ'ın açığında bulunan bir adada satranç karşılaşması yapmış, Spassky'yi 20 yıl sonra, 10-5 yenerek tam 3.35 milyon dolar para ödülü kazanmıştır. Bununla birlikte Fischer'ın kaçaklık hikayesi başlar, dünyanın birçok yerinde görülmesi hatta adına "Searching for Bobby Fischer" gibi programlar dahi yapıldı ve ancak yaşamının son yıllarında Japonya'dan kaçmak isterken yakalandı 9 yıl gözaltında tutuldu İzlanda'nın vatandaşlık vermesi ardından ise Reykjavik'e yerleşti. Son hatırlanan sözcükleri ise 11 Eylül'de Amerika'ya yapılan saldırı sonrasında söylediği sözler oldu "Ne kadar güzel haber bu. Ben bu saldırıyı alkışlıyorum. Amerika ve İsrail yıllardır Filistinlileri öldürüyorlar, soyuyorlar; ama bunlar kimsenin umurunda değil. Şimdi iş tersine tepiyor... Amerika yeryüzünden silinmeli."Bu tepki çeken anti-amerikan ve anti-semitik sözlerden bir süre sonra (18 Ocak 2008) sebebi tam olarak açıklanmayan bir durumdan dolayı öldü ve külleri olaylı bir törenin ardından gömüldü.

Fischer erken yaşlanma, asperger sendromu ve böbrek yetmezliği gibi bir çok hastalığın pençesindeydi ölüme yaklaşırken ama en önemli hastalığı adeta bir müzik üstadı gibi şiirsel yaklaşımlarla oynadığı satrançtı.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kırmızı Düş Bulutları

Başlangıç mı hmm... soğuk ve yağmurlu bir akşamdı....
-Snoopy -

Böyledir benim hikayem.... Yemek için tarihi geçmiş, içilmek için ise hala vakti olan üzüm kokar mürekkebin nadir damladığı mısralarında.

Benim hikayem başlaması bir söz, bitmesi ise yine üzümlerin medeniyet alanında ki çizgisine bakar. Garip başlar yani... Ele aldığım her duyguya isim yazdıranın o olduğunu fark etmeden geçer hikayem. Sonuna attığım imzada "elimi tutsa ne olurdu" dediğim anın titrekliğini görürüm, ama imzam hiç irdelenmedi, yoklama alan hocaların kararan dolaplarında. Gizlimi saklımı öyle tüketmişim ki içimde gördüklerime inanmaya zaman bırakmamış düş bulutlarım. Hayalim...

Düş bulutlarım, ne bir eksik ne bir fazla.... Diler misin lodos sıcak hava getirsin üstlerine de artsınlar, daha ötesini düşünemem ki gözlerinin ardında kalan gerçeğimde. Bakamadım yine gözlerine bilirim de cevap veremem.Özür dilerim... Onların ardında kalan sorulara cevap veremem diye korkarım da bakamam.
Bir bahar sıcaklığı vardır sende fark ettin mi ? Soğuk rüzgarların eşliğinde bulutlarımı yağmur edip gözyaşı yapmazsın sen. Güvenirim...

Güvenirim ben bir çınar ağacının söz verdiği yerde seneye de duracağına, senesi bitmiş bir düşün yetiştiğine can bulduğuna da o denli güvenirim ardımda bıraktığım geceye inat. Sorgu edilmesin hakkımda istemem, gözlerim evvelden beridir bakar-kör,kulaklarım sağır ıssızlığın eşliğinde, dokunamam yolu sevdadan geçmemiş bu toprakların tenine ve ancak duyumsarım uzaktan bir erikten zamansız yalnız kalışlarımı.

Yalnız kalışlarım ardından gücü bulurumda hissettirmem, aslında yine herşeyimin içinde sen olduğunu, denerim söyleyemem sana yine imzamın titreyen o kırık yerinde adına bir abide bulunduğunu....

4 Şubat 2010 Perşembe

O günlerde...

"So long ago, Another life
I could feel your heart beat
It's not a dream, remember us
I can see it in your eyes"
Amanda Abizaid - The 4400 Soundtrack

Geçmişi özlüyorum, benim olanı yani. Yitip gidecek kadar aklımın olmadığı içinde gülen halimi barındıracak bir yerin mutlaka bulunduğu geçmişi.

Geçmişi istiyorum kırgınlıkların daha saçma sebeplere bağlı olduğu vakitleri, ilişkilerin çarpıklaşmadan netçe anlaışlabildiği saf kavgalar içinde aklımızın fikrimizin kendimizi kurtarmak olmadığı günleri. Doğru ve yanlış vardı... Doğru ve yanlışın olduğu günleri geri istiyorum. Belki farketmediniz ama artık üstünüzde ki lanet bu şekilde işlemiyor. Kişinin kendisini kurtarmasına ödül veriyorsunuz, onun doğru olanı yapıp yapmadığına değil, can yakıp yakmadığına değil kendisini kurtarıp kurtaramadığına.

Büyüyorum, her gün daha fazla... Ve dünya cidden çocukluğumun salonun ortasında daireler çizerek dinlediğim şarkılarında gizli olan sözcüğü fısıldıyor,sanki gerçekler asırlarla birlikte hiç ama hiç değişmezmiş gibi "biz büyüdük ve kirlendi dünya". Yeni bir hayata başlamak için öncelikle hayatıma son verebilmeyi başarmalıyım hayatın benim yaşamadığım alanına sabotaja kalkışmadan önce kendi payıma düşeni yapmalı hayata karşılık hayat vaadetmeliyim. Nasıl ?

Geçmişi özlüyorum saf beynimin içinde nasıl?, niçin?, neden? gibi felsefenin dahi incelemekten sıkılıp akademisyenlerin önüne atıp kaçtığı bu soruları değil "şimdi ne yapacağım?" gibi daha yaşama yakın sorular sorduğum zamanları özlüyorum. Acısını,neşesini ve çok ciddi oynadığıma inandığım saçma tiyatrallerin beni büyüleyen geçmişime dönmek istiyorum. Kendi çizdiğim yolun çok dışına çıkmadığım hayatı istiyorum.

Bunun yazarı kim, sözler kime ait, ben kimim diye sormadan Tuna olmayı başarabilmek istiyorum. Geçmişte bundan yakınırdım, şimdi kendimi buralarda daha az görüyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Rüyaların Götüremedikleri

"Vakit varken tomurcukları topla, zaman halen akıp gidiyor, ve bugün doğan bu çiçek yarın ölüyor olabilir." -Death Poets Society

Gece birbir omzumdan geçirirken korkularını, benim derdim sadece sıfatlar, zarflar gerçekleşmiş yahut gerçekleşememiş fiiller. Aklımda onlarcası varken durup düşünmek yerine onları yazmanın, ürkütücü tıkırtılardan ve umursamaz "faredir fare"lerden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bunları düşünebiliyorum.

Gece henüz derine inmenin ve milyonlarca yıldır sürdürdüğü uzun uzadıya bu sürecin faturasını elbette bana kesmeyecek ancak hayatın benden kopardığı onlarcasını hatırlatarak can acıtmasıda kim vurduya giden benden arda kalan bir acı an olacak. Her 24 saatte bir kere...

Her 24 saatte bir kere zaman, Heisenberg'in belirsizliğine daha çok hak verdi, neler olabileceğinin ardında bana nasıl başa çıkmam gerektiğini düşündürttü. Ve düşünmelerimin ardında çoğu çıkmaz sokağın aslında belediyelerin o kadarda umrunda olmadığını gösterdi. Ardına bakmadan yürürsün, bir çalı istersin çöl ortasında, görebilirsin... Sonrasında bir ağaç görmek isteyeceksin, belki de ardından bir otoyol belirsin dileyeceksin düştüğün bu serap nöbetlerinden seni topluma sürükleyecek bir otostopa yelken açacaksın, yelken açmak kelimesini lügatında tanımayan çöl topraklarında. Bir daha çöl dileyeceksin yalnızlık tekrar efendin olduğunda da bir çalı görmek...