26 Nisan 2010 Pazartesi

Silinen ve Yazılanların Ardından : Kadının Adından Günümüze Kalan

Geçen buzul dönemi arkeologlar için yanmış küller, mağara içi yerleşimlerin varlığına dair kanıtlar ve toplum bilimciler için medeniyetin ortaya çıkışına sebep olacak bir çatışmaya ya da sadece yerini devretmeye bıraktı.

Güçlü kas yapısı, kalın ve tüylü deri, çiğ et yiyebilecek kadar geniş bir bağışıklık ve sindirim sistemiyle Avrupa menşeili insan... Zayıf, kolay hastalanabilen, ince ve genelde tüysüz derisiyle soğuklara karşı daha dayanıksız, sağlıklı yiyecekler yeme ihtiyacı bulunan hatta bariz kas eksiklikleriyle doğan ancak daha zeki ve araç yapımında usta olan Afrika kökenli insan... Modern bilim henüz aralarında bir çatışma olup olmadığını, olmuşsa da hangisinin ne biçimde kazandığını tam anlamıyla bilmiyor, ancak Mısır'dan bereketli hilal'e oradan da Avrupa'ya giden bu insanın diğeriyle karşılaşmamış olması imkansız. Teoriler, birçok zamanlar öğrenebilmenin ve öğrenmenin paha biçilemez değerinin bu kazanışı sağladığını ileri sürüyor, dünyanın diğer yarısının tarih sahnesinden silinmesine sebep olan buruk bir zaferden söz ediyoruz. Ya da sadece çatışmalar tarihinin başlangıcından...

Yeni insan bu geniş coğrafyanın özelliklerini en verimli biçimde kullanmak adına gidenlerin aksine yerleşik düzeni ve dolayısıyla tarımı tercih ediyor. Güçlü birçok teoride kadın ve erkek görevlerinin bu dönemde ayrıştığını ve kadının kendini hayvanları evcilleştirme, topluma yeni bireyler kazandırma ve ürünleri işleme gibi alanlara çektiğini gösteriyor. Erkek ise kısıtlı kaynakların yönetimini ele alıyor ve su kaynakları, avcılık ve savaşlar biçiminde ürünlerini ve ailesini koruyor.

Aslında yazılan son cümlede bariz bir kırılma noktası var, "ürünlerini ve ailesini" koruyor. Yani bir nesne olan "tarımsal ürünler" ve yine bir nesne olarak algılanan "aile". Savunursunuz çünkü size aittir, size ait olanda sizin sözünüz geçer ve ait olanı devretme, yok etme gibi yetkiler de size ait olur. Biraz vahşi bir teori mi ? Yoksa tanımlanacağı türden "ata-erkil", "erkek-egemen" türden bir etki mi ? Eğer tanım bu ise cevap "evet" en az bir "amazon kadını" kadar "ata erkil" bir teori.

Amazonlar, antik Yunan uygarlığının Pontus olarak adlandırılmış olan Karadeniz kıyılarında kurulmuş bir krallıkla ortaya çıkıyor. Bugün Sinop,Efes,İzmir gibi kentlerin kurucusu olarak tarihi kayıtlara geçmiş tamamen kadınlardan oluşan savaşçı ve toplumsal yapısı uğruna acımasız bir krallık. Doğan erkek çocuklarını kendilerine karşı ayaklanmaması için ayaklarını kesen ve hatta öldüren, daha iyi savaş aleti kullanabilmek adına göğüslerinden vazgeçebilen kadınların varlığından oluşan müstesna bir örnek. Adeta az önce verdiğim "erkek egemen toplum teorisi"nde olduğu gibi, vahşi, sahiplenen ve savunan... Burada ki anahtar ise kadın-erkek ayrımının oluşumunda farklı bir teoriye işaret ediyor her ne kadar Feminist görüş sahipleri bunu yazgıcı buluyor olsa da teori bu ayrımın birçok yönde ayrımlanan fiziksel özelliklerin sebepli olduğunu gösteriyor. Erkeklerin isyanlarını bastırabilmek adına ayaklarını kesmek ve hatta öldürmek, daha iyi savaşabilmek için göğüsleri almak gibi cerrahi müdahaleler bunu gösteren belki yüzeysel ama özünde tutarlı örnekler.

Yılları hızla geçtiğimizde hızlı bir biçimde görevleri ellerinden alınan hem toplumda hem bürokrasi de en diplere atılmış, görev ve yetkileri ellerinden alınmış kimisi eve kimisi saraya tıkılmış ama her ikisinde de hapsedilmiş olan kadın imgesini görüyoruz. Tarihin arka planında hareketlenmenin başlaması için nice savaşlar, nice yıkımlar ve tümünün ardından devrimlere sebep veren durumların oluşmasını sağlayacak kıvılcımlar ve hatta yangınlar geçecek. Zaman aydınlanma çağını, Magna Carta'yı ve hatta insan hakları bildirgesini gösterdiğinde kadın yavaşça başını kaldırmaya başlayacaktır.

Robert King Merton, anomi (toplumsal bunalım), toplumun geneline yayılırsa o toplumun kaçınılmaz sonucu devrimdir der. Bilinen bir diğer gerçek ise tarihin hangi evresi olursa olsun devrimlerin kanla dolu olduğudur.

Özgürlüklerinin, haklarının ve var oluşlarının ismini koyabilmek adına tarihler 1792'yi gösterdiğinde kadınlar sokaklara düştü, erkeklerle aynı işi yapmayacaklar, aynı şekilde dövüşemeyeceklerdi belki ama yaşam sahnesinde "benim de adım var" diyerek bürokraside tanınmayı istediler. Çabaları kolaylıkla bastırıldı, göz ardı edildi gülündü. Ancak günümüz post-modern eylemcisi gibi pankartlara sığınmaktan fazlasını yaptı ve ne kadar ciddi olduklarını göstermek adına bir dizi eyleme giriştiler. Kaybedecekleri evlatlarını yahut onlara teslim edilen dağlar kadar sorumluluğu düşünmeksizin tren raylarına yattılar,kendilerini heykellere zincirlediler, kamu binalarını ele geçirdiler ve hatta Millicent Fawcett ve Emmeline Pankhurst önderliğinde silahlı bir direniş hareketine dahi başvurdular. Devlet onları göğsünden vuran bu sızıya dayanamadı ve basitçe katletti, kurşuna dizdi... Tarihler 1913'ü gösterdiğinde Emily Wilding Davidson, kıvılcımı yakan hareketi başlattı kendisini V. George'un atının önüne atarak intihar etti bu olayın ardından geçen 30 senelik sürecin ardından yalnızca 3o yaşını doldurmuş ve üniversite mezunu olmuş kadınlara seçme hakkı verildi. Ancak bu durumun Türkiye'de 1927 yılında verilmiş (İngiltere'den 7 yıl İsviçre'den 63 yıl önce) haklardan farkı bizzat kan, gözyaşı ve canla alınmış olmasıdır, verilmiş olması değil. İşte tüm bu hak elde etme süreçleri dünyanın zaten karmaşık halinin içine onu daha da karıştırmak üzere doğmuş olan Marx ile farklı ve garip bir çizgiye büründü. İkinci Dünya Savaşı ile Avrupa'nın karmakarışık olan haritası bu sefer savaşlarla değil görüşlerle şekillenmeye ve yapbozu oluşturmaya başladı. 1970'li yıllara uzanan ideolojiler kumpanyasına Marx'ın görüşleri egemen olurken ardından gelen zamana ise Marx'tan çok Marxist olanlar hakim oldular. Bu da kapitalin, yeni dünya düzeninin ön gördüğü o garip düzenin yani post-modernizmin etkin olduğu döneme denk geliyor. Yüzeysel, anlamsız, temelsiz ve kendi evrenimde her türden tekinsizliği ve dalgalanmaları görebildiğim dönem.

Devletin işlevini, seçilmişlerin isteğinden, çoğunluğun iyiliğine çevirdiği düzende "romantik" akımlar ortaya çıkıyor. Bu akımların hiçbirisinin özünde gerçek savunu, temellendirilmiş bilinç düzeyi yahut ciddi bir doktrinsel,ideolojik yapı bulunmuyor. Tamamen geri çekilen ve toplumun gerçek olmadığını savunan ancak toplumdan kaçmasını umarsız hale getirmesi için kullandığı narkotiklerden onu kurtarması için başvurduğu sağlık kurumuyla nihilistler, sadece pankart basıp dağıtan, mitinglerde bağıran, televizyon karşısına geçip birasını yudumlayan ve küfür eden her ortamda paylaşım, tembellik hakkı, 68 ruhu, anarşizm gibi söylemlerde bulunup "kapitalizmin oyuncağı" olarak gördüğü parayı çaldırınca apar topar polise koşan sosyalistler, asırlık heykelleri yok eden Bin Ladin kadar akılcı, Louvre'u ateşe verecek kadar düşünceli tüm işi eline aldığı bir kaç liralık spreyle "anarşizm", "hayat ücretsiz olsun", "kadınlara özgürlük" gibi kelimeleri türlü fontlarla yazan ancak savunduğu birkaç tümceye dair cümle kuramayan Vandalistler. İşte post-modernizm'in kısa tanımı ve asıl hayatımızı anlamsız hale getiren kısmı.

İşte tüm bu devrin elemanlarını içinde barındıran bir ülke olarak yazımızın baş aktörlerinin karşılaştığı dönüm noktasını da içine alan Türkiye. Yukarıda anlattığım onca anlamsızlaşmış ve içi boşaltılmış ideolojilerin yanında Feminizm'i ayrı tutmak istedim oysa Feminizm'de aynı diğerleri gibi Marx'tan doğmuş gücünün doruğuna erişmiş kazanımlar elde etmiş ancak post-modernist dünya düzeniyle içeriğini kaybetmiş ve anlamlı yanını bir kaç üniversite odasına hapsetmiş bir ideoloji. Peki bu sürece çekilmesinin rolü nasıl gelişti ?

Türkiye'de kadın hareketlerinin temeli Osmanlı'da Tanzimat dönemine kadar gider ancak oradan 1950'lere kadar aynı heyecanla gelemez. 1950'lerde kırdan kente başlayan göç eşliğinde kent kökenli çalışan ve kendi parasını kazanan kadın şaşkınlığa uğrar. Çünkü bu yeni gelen kadınla girdiği diyaloglarda çalışmıyor olmanın, kocasının parasıyla geçiniyor olmanın bir meziyet olduğunu dinler. Göç eden kadın, köyde çok çalıştığından, toprakla ve hayvanla uğraşmaktan yorulduğundan ancak kentte evinde oturup üstüne bir de buğday,mısır değil bizzat alış verişin en temel öğesi parayı elde ettiğini söyler. Bir anda Cumhuriyet'in kuruluşunun temelinde yer alan eşitlik sarsılır ve kopar, çalışan kadın rahatlığı tercih etmeye meyil eder ve Türk feminizminin yüz karası bir çağı "zengin koca bulma", "herif parası yeme" gibi deyimler eşliğinde açar.

1950'ler bittiğinde bu durum iyice benimsenmiş hatta okulların nihai amacı eğitimden çok izdivaç sağlama amacı gütmeye başlamıştır birçok yerde, üstelik magazin denilen şeyi keşfetmiştir Türk halkı ve sinemada ki bir kaç kadın öğe ki onlarda en fazla öğretmenlik yapmaktadır bu zamanla öğretmenliği kadınla özdeş hale getirecek düşünceyi yaratacak ve kadını günden güne önce bir kısım iş çevrelerinden daha sonra da tümden evine hapsedecek. Zengin evlerde düzenlenen briç turnuvaları işinden gelen baba ve mutlu aile tablosu kadını hayatta ki iş edinme görevinden koparacak ve tekrar zorlu mücadelesinin başına evine hapsedecektir.

80'li yıllara kadar gelen süreçte kadın eve doğru geri çekilmesini sürdürdü geriye kalan idealist kadınlar ise 1980'de bir temizlikle aydın olmakla suçlanarak süpürüldü. Basının ve medyanın gücünün ortaya çıktığı, yönetime dahil olan zümrelere medya patronlarının da dahil olduğu bu dönemde medya yerini kaybetmemek için sansüre boyun eğdi. Artık neredeyse hiçbirşey yazamaz hale gelen yayın organları asparagas denilen bulvar gazeteciliğine başladı. Kadının çıplaklığı keşfedildi ve tüketime hazır toplum tarafından anında metalaştırıldı. Geriye dönüşünün neredeyse imkansız olduğu bu metalaştırma evresi artık kadının sözünü geçirmek için bir yola bağımlı olduğunun göstergesini sundu adeta. Her ne kadar dönem Tansu Çiller'i kadınlara örnek göstermişse de bugünün birçok örneğinde olduğu gibi Tansu Çiller'de bulunduğu yerde sağlam durabilmek, ürkek demokrasiye karşı örnek olabilmek için erkekleşti ve kadınlar için bir amazondan farksızlaşmıştır.


Bugün kadın kendisini post-modernist iç boşaltmaların karşısında ait olacağı bir ideoloji seçmek zorunda kalıyor ancak seçtiği ideolojilerden hiçbirisi ona tam anlamıyla ait olduğu hakkı ya da başka herhangi birşeyi sunmuyor. Kadın mecliste el kaldır, indir gösterilerinin bir piyonu, Merve Kavakçı dosyasının bir mağduru -geçen zaman içinde suçlusu-, türbanıyla tartışılanı ama tartışamayanı, yani en basitinden yerleşik hayata geçtiği dönemde ki nesnesel yaşamına geri dönüş yapmış durumda. Metalaştırmanın ağırlığını kabullenen bir nesil ise gücünü seksapalitesine aklını katarak işleri olabildiğince lehi yönde hareket ettirmek çabasında ve bunda kendisini haklı görüyor. Zaman yine ilerliyor, Duygu Asena yazıyor yazdıkları yine çoğunluk kadınlarca karalanıyor, zaman ilerliyor bastırılmış kadınlık, kışkırtılmış erkeklik elinde nesneleşmesini günden güne tamamlıyor 8 Mart'ta eylemler yapılıp 9 Mart gözaltında geçiriliyor, töre cinayetleri sürüyor bir yerlerde de duvarlara kahrolsun ayrımcılık yazılıp görülen en ufak ışıkta ortamdan hızla kaçılıyor...

3 yorum:

Unknown dedi ki...

çok güzel ifade etmişsin düşüncelerini. ayrıca tüm fikirlerine katılmaktayım.

cemser dedi ki...

yazının sonunda Türkiye'deki kadınların eskisine oranlı özgürlüklerine kısmende olsa kavuşacaklarını bekliyordum ama aksine bir sonuç okudum. Bu konuda galiba ayrı düşünüyoruz çünkü kadınların iş hayatındaki yeralışlarına pek fazla yer vermemişsin. önceden sadece öğretmenlik ve ebeliğin kadınlara uygun görüldüğü bir dönemden artık üst düzey yönetimlerde bile söz hakkı olan kadın dönemine geldiğimizi görüyorum. sanırsam bunu da sembolik olarak görmekte akıldışı olur.
bir de yazıdan kadının onca yüzyıl ilerlemeden sonra metalaşmasının devam ettiğini anladım. bunun bir kaç örnekle sınırlı olduğunu düşünenlerdenim.
Geriye kalan söyleyeceklerim yazının ilgi çekici ve akıcığı olduğuyla ilgili. Çok güzel bir süreç tablosuyla anlatmışsın eline sağlık.

Gece Yazan Kedi dedi ki...

Elçin, buradan da ayrıca teşekkür etmek isterim birçok yazımda desteğini düşünerek hissederek yazdığım nadir insanlardan birisi olarak hep burada kal :)

Cem, bazen ben dahi eleştiriyorum bu karamsar bakışımı ama eleştirinin ucunun da buna dayanması şart. Çünkü ben hala çalışma hayatında ki kadının erkekleştiğini yahut buna zorlandığını düşünüyorum. İş kollarıysa hala sınırlı. Yurtların yapımı sürerken erasmuslu kızlar işçilerin neden erkek olduklarını sormuşlardır örneğin. Ben henüz kadın inşaat işçisi görmedim ama Rusya'da sendikaları dahi var. Bunun gibi örnekler üzerinden aslında eleştirim. Örneklerimi de gündelik yaşamda ki tartışmalarda arttırmak lazım çünkü bu uzunlukta yazıyı kendim bile okur muyum bilemedim. :)