4 Nisan 2009 Cumartesi

Türkiye Siyasetinde 1984 Eleştirisi

"Geleceğin nasıl olacağını bilmek istiyorsan, bir insanın yüzünü aralıksız çiğneyen bir çizme düşle... ve her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır."
Orwell 1984

80’li yıllar, en genel söylemle teknolojinin günlük hayatta kullanımının keşfedilmesinin, bunun ise dönemin favori sözcüğü “süpersonik” bir şekilde yapılmış olduğu seneler. Bilim – kurgudan fantastik çizgi filmlere hatta oyuncaklara kadar varan bir “teknoloji sonucu ortaya çıkan inanılmaz gelecek hayali”nin en az giyimdeki abartı kadar üst düzeyde yaşandığı bir dönem seksenler. Amerika ve Rusya devlerinin soğuk savaşın geliştirdiği teknolojiyi sokağa sunması, bir yandan yenidünya düzeni önerileri sunulurken diğer yandan kapitalizmin ağır depolitizasyon süreci, umutlar, gelecek ön görüleri ve elbette endişeler, korkular ve gelecek kaygıları.

1984, geleceğe dair bir kaygının gerçekçi bir dille yazıldığı ve kendinden önceki ütopyaların sıkıştırılmış ve soyutlanmış dünyalarının tamamen aksine yaşadığımız bir dünya coğrafyasının içinde geçen bir George Orwell eseri. Eğitim, sanat, medya gibi birçok başlık altında kendisinden bahsedeceğim eser genel anlamda şunu anlatıyor.

1984 Dünyanın üç büyük güce ayrıldığı ve sürekli sürdüğü iddia edilen bir savaşın etkisiyle milyonların öldüğü ve öldürülmesinin amaçlandığı, tek tip insanların yetiştirildiği, devletin en büyük güç olduğu ve teknolojinin tamamıyla bireyleri kontrol etmek amacıyla kullanıldığı kimsenin tam anlamıyla özgür olamadığı geçmişin kontrolüyle geleceğin elde edildiği yönetimin “big brother” isimli herkes yerine düşünen, karar verebilen bir hayali lider varlığı bulunmaktadır. Roman, bütün bu durumu, bulunduğu çevreye karşı uyanışlar yaşayan Winston’ın gözünden anlatmaktadır.

Benim ise amacım Türkiye siyasetinde yükselmekte olan öncelikle yönetim olmak üzere, yönetim,medya,hukuk,ekonomi alanında karşılaştırma yapmak sonucunda da Türkiye siyaseti üzerine genel bir analiz yaratabilmek.


YÖNETİM

Roman en genel anlamda bir “sosyalizm eleştirisi” olarak görülmüşse de bir çok incelemenin ortak sonucu kitabın sosyalizm ve kapitalizmin ikisine birden dokunduran efendisiz bir eser oluşudur.

Kitapta daha önce de sözünü ettiğimiz, Big Brother, tüm bir ülkeyi tek başına yöneten korku efendisi diyebileceğimiz bir güçtür. Asla bir muhalefeti yoktur, ve yerine alternatif olarak sunulacak bir yönetim biçimi yoktur. Çünkü bir alternatif varsa onu en birinci karar verme organizması olan “Big Brother” yaratacaktır. Türkiye örneğine de bir zamanlar Kenan Evren’in sözünü ettiği “Komunizm gelecekse onu da biz getiririz.” Sözüyle başlayabiliriz.

Türkiye coğrafyasının yüzlerce yıl tek elden yönetilmesi ve kararların hep bu tip şekilde tek elden verilen bir yönetimin etkisinde “politik uyuşukluk” kavramını yaşamıştır. Cumhuriyet döneminde dahi demokrasi çeşitli darbelerle bölünmüş ve bu dönemler kişilere “baskı oldukça barış olacaktır” gibi sunulmuştur. Demokrasinin birçok özgürlük vaadine karşın içinde mutlaka “Çoğunluğun Tiranlığı”nı yaşatma ihtimali vardır. Türkiye’de muhalefetin sözlerine gözlerini kapayan yönetimler bu tehlikenin bu coğrafyada sürekli egemen kalmasına sebep olmuştur. Bu deneyimi ilk yaşadığımız tarih olan 50li yıllar ve Demokrat Parti dönemi olmuştur, öncesin de demokrasinin Türkiye’ye gelişi olarak muhalefet hızla susturulmuş ve görevlerine ket vurulmuş, gazeteler kapatılmış kapatılmayanların ise dağıtımları engellenmiştir. Halk bu yönetimin en iyisi olduğuna inandırılmak adına basın ve dönemin revaçta kurumu olan radyo sürekli etki altında tutulmuştur. Ardından gelen darbenin demokrasiye mola demiş olsa dahi halk tarafından sevinçle karşılanmış olması da bundan dolayıdır. 1984’te başlangıçta iyi bir yönetimi yaşayan Oceanic halkı giderek baskının esiri olmuşlar, muhalefetleri bir devrimle tamamen ortadan kalkmıştır. Medya organları tamamen yönetimin eline geçmişti ve yönetimde birinci unsur olarak kullanılmaktaydı. Günümüzde okumamız gereken ve okumamız gerekenlerin seçildiği bir yönetimde 1984’e dair bir çok örnekte görmekteyiz. Dünyada yıllar öncesinde başlamış olan organize kontrol Türkiye’de son yıllarda yükselmiştir. Artık gittiğimiz hemen hemen her mekan bizim güvenliğimizi öne sürerek kameralarla bizi izlemekte. Kredi ve Yurtlar Kurumunun pilot bölgelerinde parmak izi örnekleri alınarak yurt girişleri bu şekilde yapılmakta. Bireyler kendi istekleriyle, kendi dilekleriyle etiketlenmekte ve bunun sadece güvenliği için kullanılacağından emin olmak zorunda. 80li yılların “fişlenme”si günümüzün Türkiye’sinde güvenlik olarak algılanmakta. Her telefon görüşmemiz bir kere değil defalarca kayıt ediliyor ve isteyen merciiler buna kolaylıkla ulaşabiliyor. 1984’te tüm hayatın kayıtlarının yapıldığı bunun ise kimisi belirli kimisi gizli yapıldığı cihazlar mevcut. An itibariyle nereden kayıt edildiğimizi hangi söylediklerimizi kimin duyduğu belirsiz. Bu anlamda asla sahip olamayacağımız bir özel hayata doğru giden bir Dünya ve dolayısıyla Türkiye örneği mevcut. Tüm bunlara egemen olduğunu açıkça söyleyen ve bunu da bizim iyiliğimiz için yaptığını söyleyen, 1984 eserinde de bugün de devlet. Ancak devletin bu bilgilerle yapacaklarına dair sorgulama yapma hakkı ve buna cevap alabilme yeterliliği de yine devletin kontrolünde. Bu durumda bekçilere kim bekçilik edecek? Bunun cevabını hukuk başlığı altında sorgulamak istesem de devlet etkisinde bir hukuk düzeninin de “adaleti” ne kadar sağlayabileceği muammadır.

Devletin yönetim konusunda diğer bir kandırmacası ise bireylerin yönetimde aktif oldukları yalanıdır. 1984’te insanlar “onurlu devrimi” kendileri yaratmışlardır ve herkes yapabileceği en iyi işi yapmakta ve gün be gün devletin gelişiminde rol oynamaktadırlar. Ancak oynadıkları rol çatlak seslerin jurnallenmesinden fazlası olamamıştır. Bu ortam Türkiye’de halkın yönetimi açıkça denetleyememesi sorunundan başlamaktadır. Tahta yerleştirdiğiniz bir vekili oradan kaldırmanız için beklemeniz gereken azami süre 5 yıldır. Dokunulmazlıklar, aşılmazlar, lehlerine çalışan hukuk düzeni sayesinde denetlenemez bir süper güç haline gelen devlet seçilenleri sayesinde teorik olarak Türkiye 5 senede bir gün demokrasiyle tanışmaktadır. Seçim arifesinde olduğumuz bu günlerde göreceğimiz gibi o beş senede bir günlerinde dahi inanılmaz bir etkileme güç gösterisi o satın almalar ve oy satın almaya zorlamalarla bu bir günlük özlemimiz olan demokrasi dahi baltalanmaktadır. Aşılamaz engeller, sansür, hukuk, fişlemeler, yerinize karar veren devlet ve sizi mutlu ettiğine her zaman size saygı duyduğuna inandıran bir yapı George Orwell ve Türkiye’nin dünyasının ortak noktalarıdır.

EĞİTİM

Bir ideolojinin ve bir görüşün destek alıp yerleşmesini sağlayan o görüşün gençler tarafından benimsetilmesi ve öğretilebilir olmasıysa eğer 1984 bunu inanılmaz bir işleyen düzen haline getirmiş ve sahneye koyup oynatabilmiştir. Elbette Türkiye tiyatrosu açısından da durum farklı değil. Alternatifi olmayan bir eğitim altında yine bir başka korku edebiyatı ürünü olan “another brick on the wall” yani duvardaki bir başka tuğla olmaktan başka seçeneğimiz yok. Sizin için yıllar öncesinden belirlenmiş doğruları, kim bilir hangi düşüncenin körü körüne esiri olmuş bir grubun dilediklerini çıkartıp dilediklerini ekledikleri kitabın esiri yapmışlardır. Avrupa’da bir zamanlar zaferden zafere koştuğumuz sayfalar standart bir lise 2 tarih kitabında 33 sayfa sürerken, sanat, bilim ve teknoloji konusunda geri kalışlarımız sadece 2,5 sayfa yer almakta, tarihteki kayıplarımız ise tek başlık altında ve hızlı geçişlerle yapılmış. 1984’te eğitime dair kitaplarda ve gazetelerde günün koşullarına en uygun olan belirlenip geçmişi anlatan tarihlerin, tarihi olayların sürekli değiştirildiği ve yönetimin başarılarını ortaya çıkaran olaylar lehine geçmişi değiştirmek eserin en üzerinden durulan bölümüdür. Türkiye’de ise hemen hemen her eğitim başlangıcında kitaplar iktidarın ideolojisine uygun bir şekilde kırpılıyor ve kelime oyunlarıyla değiştiriliyor. Ancak en organize işlem dil konusunda yapılmakta. 1984’te kelimelerin anlamının azaltılmasının halkın daha kolay yönetilebileceğini iddia eden bir çaba yürütülmekteydi. Giderek inceltilen bir dil sözlüğü onur duyulan bir obje haline getiriliyordu. Kitapta “Yeni Konuş” olarak adlandırılan bu dilde örneğin “mükemmel” demeye gerek yoktur, çünkü “iyi”, “hoş” ve “güzel” gibi bir çok kelime de bu anlamları bir yolunu bulup karşılamakta. O halde tüm diğer kelimeler atılır ve tüm bu sözlükler yerine iyi kullanılır. Eğer çok mükemmel demek isterseniz ise bu kadar uzatmanıza gerek yoktur. Çiftİyi demeniz yeterlidir. Zıt kelimelere ise ihtiyaç yoktur çünkü iyi’nin tersi olan kötü gereksizdir, onun yerinde değilİyi sözcüğünü kullanmak mümkündür. Bu dile dair daha birçok kelime örneği var Türkçe’de ise devasa sözlükler yaratılıyor olsada günlük konuşma dili 20 yıl öncesinin sadece %67 düzeyine düşmüştür. Üstelik buradaki birçok kelime ise teknolojinin gelişimiyle dilimize geçmiş olan kelimeler. Giderek birbirimizi sadece anahatlarıyla anlar hale gelen toplum geleceğe aktaracağı dili, kuracağı hayalleri ve anlatacaklarını sınırlamak ve kavramlara çizilen çerçevelerini giderek küçültmek zorunda kalmaktadır. Gelecekte bir devrim dileğinde devrim adına kullanacak bir kelime bulmak pek mümkün olmayabilir, 1984’te sözlüklerde devrim sözcüğü yoktu ve yok edilmiş tarih sonucu insanlar giderek var olup olmayan bir sözcük hakkında onun belirttiği değerler hakkında düşünemez hale gelmişlerdir.

Eğitim konusunda bir diğer etken ise eserde “tele-ekran” ve kısmen de düşünce polisidir. Bu kuvvetler eğitimin korku ve nefret sürecinde yaşatıldığı bir yapıyı simgeliyor. Türkiye karşılaştırmasına dönecek olursak notun giderek eğitimde daha önemli bir simge haline gelişi tarih olarak el emeğinin, yaratıcılığın, bunlara değer verildiği dönemin Köy Enstitüleriyle kaldırılıp yerine giderek yükselen bir not korkusunun getirilmesi ve insanların proje tipi ödevler değil kopyala-yapıştır tipi öğrenciyi eğitimden uzaklaştıran bir yapı yerleştirilmektedir.

MEDYA

Eserde medya yönetimin en etkin organı olarak kullanılmakta, hayatın her anında her yerinde yer alan tele ekranlar sayesinde halk medya tarafından yönetilmekte. Devlet ise medyanın tekelini elinde bulunduran muhalefetsiz bir kurum. Bugün sadece Türkiye değil tüm dünyada bilerek isteyerek ama belki de fark etmeden yönetildiğimiz bir tele ekranımız var aslında. İsmi en güncel yönetim şekillerini dakika dakika üzerimizde test ettikleri televizyon... Her gün onlarla yatıp güne onlarla başlıyoruz, eserin aksine onların bizi izlemelerine gerek yok çünkü beyin yönetiminin binlerce etkin yöntemini kullanarak bize istediklerini yaptıracak güce zaten sahipler. Herbert Schiller’in bu konuda gazete ve televizyonu suçladığı 5 konu hem eserde hem de günümüz Türkiye’sinde kolaylıkla karşımıza çıkan şu maddeler:

Bireysel ve kişisel Tercih Miti : “Sizler bizim için özelsiniz”, “tercihleriniz bizim için önemli” bu sözcükleri duyduğumuz o kadar çok yer var ki. Bir markete girersiniz aklınızda zevkinize uygun olan tişörtü bulmak vardır. Hemen size özel olduğunuz hatırlatılır ve kataloglara göz atmaya başlarsınız. Siz kendi isteğinizi değil sizin için daha önceden seçilmiş olan seçenekler arasından tercih yapar olmuşsunuzdur. TV size istediğinizi izleme fırsatı verecektir belki ama izlemenizi istediklerini çoktan çerçeve olarak çizmiştir.

Yansızlık Miti: Tarafsız haber, yansız medya, eşit uzaklıkta bir cumhurbaşkanı… En büyük propagandaları kabul edebilir kılan tarafsız olduğuna çıkarsızca o görüşün savunulduğuna inandırmak. Sanıyoruz ki kanallarımız tarafsız, muhabir olayın olduğu sırada tesadüfen orada ve olayların tüm kısmı bize montaj çalışmaları yapılmadan sunuluyor…

Değişmeyen İnsan Tabiatı Miti : Büyük biraderlerimizin en sevdiği tüm gelişmemizi engelleyecek olan çaba bu olmalı. Bir cinayet haber ve ardındanbir köşe yazarında “insanoğlu yıllardır gelişiyor büyüyor ama alsa içindeki şiddeti yenemiyor insanın tabiatı onu şiddete cinselliğe yöneltiyor gelişmesi ve daha iyi uygarlıkları yaratması tabiatından dolayı imkansız.” Deniliyor kişilerin önündeki değişim gelişim ve gelecek yaratma umudu yok ediliyor.

Sosyal Çatışmanın Mevcut Olmadığı Miti: Kadın ve erkek çatışmasının giderek artması sokağa dökülen kalabalıklar ve devletin geleceğinin tehdide düştüğü bir durum. Medyamız hemen görev başında kadın ve erkekleri birlikte görüntülüyor. Kadınların modern bir yaşam sürdüğü birkaç yer gösteriyorlar ve olan biten bir şey yok neden ayaklanıyorsunuz ki diyor. Bu durumu sizce de yıllarca yaşamadık mı?

Medya Pluralizmi Miti : Belki de Türkiye için en genel yaşanan olgu. Yüzlerce farklı kanal ve yüzlerce farklı kesime hitap ettiğini öne süren kanallar. Ancak baktığınızda aslında toplamda 3-4 farklı medya kuruluşuna bağlı bir çok kanal. Aslında aynı bilgi farklı kanallardan farklı tarzlarda ancak aynı sonucu oluşturacak biçimde sunuluyor.

Hukuk

1984 adaletinde insanların birçoğunun düşündükleri ve sorguladıkları için cezalandırıldıklarını görüyoruz. İşkence altında günlerce kabul ettirilmek istenenlere zorlanıyorlar. Her işkence dakikasında kişinin zayıf noktaları kullanılıyor ve en sonunda fişlenmiş bir kişi olarak topluma salınıyor ve bir anda ortadan kaybolması yani öldürülmesi bekleniyor. Çünkü sistem asla kendi karşıtını kendi içinde barındırmıyor. Eminim eserden mi yoksa Türkiye tarihinden mi bahsettiğim akıllarda biraz karıştı. Ancak geçtiğimiz günler ve aylar özür dileyen ve “evet işkence yaptıklarımız oldu” diyen emniyet görevlilerinin itiraflarına şahit oldu. Göz altında kaybolmak deyimini ülkemize sokan 1980 dönemi ve davasız, yargısız infaz edilenlerin akıbetlerine şahit olmuş bir dönemdir. Günümüze gelindiğinde ise işlerin daha organize olduğunu görmekteyiz, hukuk dilediği dosyayı gizlice yürütürken bazı dosyalar için ise basının çığırtkanlığını kullanmaktan çekinmiyor, bu sayede yargıyı ilk önce yetkisi olmayanların eline veriyor ardından da toplumda ki güvensizlik ve eksik adalet duygusundan yararlanarak yönetimine güç katıyor. Bu bakımdan diyebiliriz ki yine hukuk açısından 1984 ve günümüz Türkiye’sinin birçok ortak noktası vardır.

Ekonomi

Ekonomi devlet yönetiminde etkin ve prim veren bir işlev ancak kısıtlı kaynaklar ve kötü yönetim ekonomiyi zora soktuğunda ve bu yönetimi tehlikeye attığında 1984 yönetiminin bir çözümü var. Yalan söylemek. Tele ekranlarda sürekli tekrarlanan yüksek üretim miktarları, düşük alım değerleri ve giderek zenginleştiği öne sürülen halk hakkında haberler yanında bütün olan biten fakirliğe bahane bulmak adına da olmayan bir savaş varmış gibi gösterilmekte ve halkın sürekli kıtlığa ve yokluğa alışması sağlanmakta.

Türkiye’de giderek düşen yaşam kalitesi her sene düşen enflasyon rakamları ile bir tezatlık oluşturmakta işsizlik arttıkça çalışma yüzdeleri artmakta ve giderek düzel ekonomiden söz edilmektedir. Bunun yapılması yine bizi yöneten en büyük organ olan medya tarafından yapılmakta. Daha önce Adnan Menderes ile başlayan provokatif haber üretme bugün hala hem hükümet tarafında hem de medya tarafından dünyayla eş zamanlı olarak yürütülmektedir. Sürmeyen çatışmalar varmış gibi gösterilip halkın sanal bir kıtlığa mahkûm edilmesini yaşıyoruz.

Bütün bunların yanında hayata dair 1984’te aşk hayatının da yasak olduğunu ve düşünce polisi tarafından da takip edildiğini görüyoruz, bugün benzerini ülkemizde de gördüğümüz ahlak zabıtalarını ve giderek artan sayılarını bununla bağdaştırmak mümkün. Her türlü grup oluşumu, günün her dakikası iki ve iki kişiden farklı şekilde konuşması hem jurnalciler hem de devlet tarafından takip edilmekte.




Sonuç Olarak

Her ne kadar sunumum köklü araştırmalar içermese de benzeri birçok örneği hepimizin bildiği olaylardan derledim. George Orwell 1984 eserini yazdığında birçok konuda eleştiri taşıdığı düşünülmüş, kendi döneminde sosyalizm eleştirisi olarak etiketlenmişti ancak baktığımızda günümüzde daha çok kapitalist sistemlerle bağdaştırılan ve sürekli alıntı yapılan bir kitap olmuştur. İçinde yaşadığımız modern, teknolojik, bilgi toplumu, açık ya da gizli bir totaliter rejim yaratmaya daha uygundur, bunun için paranoyak teorilere de ihtiyacımız yok, dijital teknolojinin ve teknolojik gelişmenin bize sağladığı refahın, insanların sisteme ve sosyal yapıya rahat bir şekilde güven duymalarını sağlaması ve bu teknolojinin bireylere ait bilgisini basit bir şekilde tek elden kontrol edilebilmesini kolaylaştırması, içinde yaşadığımız toplumsal sistemi rahatça totaliter bir yapıya sokabilir. Yine bu bilgileri 1984’te ki kaba ve tek elden bir yönetim olmasına gerek yoktur. Medyanın, düşünce kontrolü üzerindeki etkisi oldukça barizdir; içinde bulunduğumuz internet ve bilgisayar ortamın içinde düşünürsek işler daha dallı budaklı bir yönetim paranoyasına dönüşecektir.

Son olarak Orwell eserini karamsar bir bakış açısıyla ve çözümsüz olarak bitirse de insanlık tarihinin her türlü esarete baş kaldırdığını da yine tarih kanıtlamıştır, gün gelip esaretin devlet adı altında resmileştiğinde başını kaldırıp bakmaya çalışanların da olacağını umuyorum.

2 yorum:

sevim dedi ki...

başarılı bir sunum olmuş tebrik ederim.
Hayvanlar çiftliği de sonuçsuz bırakılmış insanlık sistemin esiri mesajı verilip umutsuzluk aşılanmaktaydı.Dikkatli olup sistemin esiri olmamak için herkes üzerine düşen gçörevi yerine getirmeli

Gece Yazan Kedi dedi ki...

Teşekkür ederim :) Bu sunum Sosyoloji Kongresi 2009'da yaptığım sunum metnim :)